Saturday, March 17, 2012

Bill Russell vs Wilt Chamberlain

THE BOOK OF BASKETBALL

Bill Simmons'ın meşhur kitabını okumayan kaldı mı? 700 küsür sayfa boyunca NBA Tarihi'ndeki efsanevi maçlar, büyük yıldızlar, ilham veren koçlar, kafayı yemiş menajerler, fantastik karakterler arz-ı endam ediyorlar. Bu geçit töreninin en renkli ve gösterişli sayfaları ise unutulmaz bir rekabete sahne oluyor: Bill Russell vs Wilt Chamberlain. Aşağıda bu rekabeti bulacaksınız. Yüz sayfa çeviremeyeceğim için bazı alakasız kısımları çıkardım, alttan kırptım, üstten biçtim, dipnotları oraya buraya serptim. En sonunda 20 küsür sayfaya sığdırdım. 

Simmons'ın bazen taraflı olduğu aşikar ama insanın ömrü boyunca okuyabileceği en eğlenceli ve güzel makalelerden biriyle karşı karşıyasınız. Az biraz NBA seviyorsanız orgazm olacaksınız muhtemelen. Eğer vaktiniz yoksa ikinci kısmı (The Secret) okumak bile yetecektir. Bence kahvenizi hazırlayın, arkanıza yaslanın ve  keyfini çıkarın. Başlıyoruz


ÖNCE BILL,  SONRA WILT


NBA tarihinin en büyük tartışması aslında bir tartışma bile değildi.

Wilt daha yetenekliydi; Russ arkadaşlarına kazanmak için daha büyük bir fırsat sundu. Wilt’in istatistikî etkisi daha büyüktü; Russ’ın takım arkadaşlarına tesiri daha fazlaydı. Wilt normal sezonda zirve yapardı; Russ playoff’larda. Wilt maç sonlarında büzülürdü; Russ maç sonlarını beklerdi. Wilt neredeyse tüm büyük maçları kaybetti; Russ neredeyse tüm büyük maçları kazandı. Wilt kariyerinde iki kez takas edildi; Russ milyon sene geçse bile takas edilmezdi. Wilt kafayı istatistiklere takmıştı; Russ ise galibiyete. Wilt taraftarların, gazetecilerin ne düşüneceğiyle ilgileniyordu; Russ takım arkadaşlarını önemsiyordu. Wilt lise ve kolejde hiç şampiyonluk yaşamamış, NBA’de ise iki yüzüğe ulaşmıştı; Russ iki kez kolej, onbir kez NBA şampiyonluğu yaşadı. Wilt basketbolun sırrını inkâr etti; Russ ise bu sırrı kucakladı.

Aslında bu konuyu uzun uzun konuşmaya gerek yok. Çünkü Russell’ın takımları Wilt’in takımlarını her zaman mağlûp etti. Üstelik Wilt üç farklı takımda oynamıştı. Nokta. Russell, 1969 senesinde son şampiyonluğunu kutlayıp emekli olduğunda konu kapanmıştı. Russell spor tarihinin gördüğü en büyük “winner” ünvanını kazanmıştı artık. Birkaç sene geçti, birkaç sene daha... Sonra birkaç sene daha geçti ve insanlar istatistik kâğıdına bakıp Chamberlain’in rakamlarını yücelttiler. Russell-Chamberlain tartışması yeniden başladı. Ben de koca bir bölümü bu konuya ayırarak ziyan etmek zorunda kaldım. İşte tartışmada en çok kullanılan birkaç mit:


-Mit No.1
RUSSELL’IN OYNADIĞI TAKIMLAR WILT’IN TAKIMLARINDAN İYİYDİ

İki kaliteli takım 7 maçlık bir seri oynadığında, takımların yetenek seviyesi hemen hemen eşitse dominant oyuncu ön plana çıkar. Mantık basit. 60 senelik NBA tarihi bunun kanıtı olsa gerek. 84'te Celtics ve Lakers eşit güçteydi ama Bird Magic’den iyi oynadı. 93 Suns, 93 Bulls’tan iyiydi ama Jordan kafayı yedi, kafası arşa değdi. Nanoteknolojiden bahsetmiyoruz, basketbol sohbetindeyiz. Peki Wilt’in takımlarıyla Russell’ın takımları denk miydi?



Russell(1957) ve Wilt(1960) lige girdiklerinde NBA’de 8 takım vardı. 1967’de ise NBA’deki takım sayısı 10’a yükseldi. Yani hemen tüm takımların kadrosu güçlüydü. İnsanlar Russell’ın Hall of Famer’lara oynadığını, zavallı Wilt’in ise bira göbekli şişkolara pas verdiğini zannediyor. Bugünkü NBA’i düşünün; siyah oyuncuların yarısını çıkarın, takım sayısını 30’dan 8’e düşürün. Hemen her takım en az 3 all-star’a ve 4-5 kaliteli rol oyuncusuna sahip olacaktır muhtemelen. 1956-1966 seneleri arasındaki NBA’e hoş geldiniz. Birkaç sezonu örnek göstereyim:

-1960: Wilt Yılın Çaylağı seçildi. Takımında Arizin(10 all-star, Hall of Famer), Gola(5 all-star, Hall of Famer), Rodgers(4 all-star), Sauldsberry(2 all-star) vardı. Güçlü ama çok güçlü değil. O sezonun en güçlü takımlarından Celtics, playoff’ta önce Wilt'i, sonra Hawks’ı devirdi. Orada da 4 Hall of Famer vardı meselâ.

-1962: Celtics, Wilt’in Sixers’ını devirdi. Finalde ise Lakers’ı yedinci maçta yendi. Lakers’ta kimler vardı? Elgin Baylor ve Jerry West! Size söylüyorum, her takım güçlüydü.

1965: Wilt Philly’ye takas edildi. Bu defa Celtics kadar güçlü bir takımdaydı. Greer(10 all-star), Walker(7 all-star), Costello(6 all-star), Jackson(all-star) ve iyi rol oyuncuları... Bu yüzden Sixers-Celtics serisi son topa kaldı ve o meşhur sahne gerçekleşti: “Havlicek stole the ball!”


Yine de her takımın eşit olması mümkün değil. Meselâ şöyle bir şeyler diyebiliriz: Russell’ın takımları 1965’e dek daha iyiydi, 1965 sonrası Wilt daha güçlü takımlarda oynadı. Russell, “NBA-EN İYİ 50” listesinden 4 oyuncuyla oynadı: John Havlicek, Bob Cousy, Bill Sherman ve Sam Jones. Wilt ise 6 isimle yan yana geldi: Elgin Baylor, Jerry West, Hal Greer, Billy Cunningham, Paul Arizin ve Nate Thurmond. Russell’ın takım arkadaşları 26 kere all-star seçildi; Wilt’in takım arkadaşlarıysa 24 kez.



Tanrılar aşkına and içelim ve bundan gayrı “Wilt’in takımları daha kötüydü” demeyelim. Gıdınızdan öpüyorum.


Mit No.2
RUSSELL İYİ BİR OFANSİF OYUNCU DEĞİLDİ

İşte tarihin Russell’a ihanet ettiği bir an. Russell’ın defansif gücü destan hâline gelmiştir; tarihin en büyük blokçusu, akıl almaz bir ribaund canavarı, pota altının tek hâkimi... Fakat pas yeteneği hep unutulur.

Bob Cousy emekliye ayrıldıktan sonra Celtics’te iyi bir oyun kurucu yahut Jordanvâri bir skorer olmadığı için hemen her hücum Russell üstünden dönüyordu. Russell emekli olduktan sonra Havlicek şöyle diyor: “Onu en çok niye özlediğimizi tahmin edemezsiniz. İnsanlar onun ribaundlarını ve defansif yeteneklerini hatırlıyorlar, oysa hayatımda oynadığım en iyi pas veren oyuncuydu Russell. Boston takımında birebir oynayabilen basketbolcular yok. Pas yeteneği, pick seçimi, ofansın dümenine geçmesi... Russell hepimizi daha iyi ofansif oyunculara dönüştürüyordu.

Peki niye Russell’ın pas yeteneğine hak ettiği değeri vermiyoruz? ÇÜNKÜ RUSSELL BEYAZ DEĞİLDİ!!! Şaka yapıyorum. Russell’ın hak ettiği değeri alamaması, ilk mit ile aynı sebepten kaynaklanıyor. İnsanlar onun onüç sezon boyunca sekizer hall of famer’la oynadığını zannetmekte. Bir de Celtics’in her zaman Wilt’in takımlarından daha yetenekli olduğunu. Başkalarından duyduklarımızı, zombi gibi sayıklamak kolay. Maç kasetlerine bakmak ise yorucu. Düdük makarna olmayalım, youtube’u açalım.

Russell’ı izlerken 4 ana silâh ön plana çıkıyor: pas yeteneği(aşmış), blok tehdidi(emsalsiz), sahadaki hızı(nefes kesici) ribauntu alıp, topla ilerleyip bir point-guard gibi fast-break yönetmesi(ok. Buna inanmak için görmek lâzım). Russell solaktı. Beyin nakli yapılmış bir Dennis Rodman’a benzetebiliriz. Tabii Rodman Bill Walton’ın pas yeteneğine, David Robinson’ın atletik kabiliyetine, Jordan’ın manyak drive’ına sahip olsaydı. Bir de Josh Smith azmanının WNBA’e salındığında yapabileceği blokları ekleyin.



(O değil de böyle bir oyuncuyla oynamak istemez miydiniz? Acayip zevkli olurdu, fevkalâde olurdu değil mi?)


Mit No.3
İSTATİSTİKLERDE WILT RUSSELL’I EZİP GEÇTİ



Wilt’in ilk dokuz ofansif sezonu kendisinden önce yahut sonra olan hiçbir şeye benzemez. Normal sezon istatistikleri şöyle: 30.1 sayı, 22.9 ribaunt, 4.4 asist. Kâğıt üstünde tek kelimeyle sarsıcı. Russell’ın istatistikleriyse ribaunt departmanı hariç Wilt’le mukayese edilemez bile: 15.1 sayı, 22.5 ribaunt, 4.3 asist.



Russell kariyerinin son on senesinde 911 maç oynadı. Bunun tam 142’si Wilt’e karşı(evet lig çok küçük, her takımda yıldızlar var falan fistan...). Normal sezon istatistiklerinde Wilt açık ara önde diyebiliriz. Tabii Celtics koçu Auerbach ve Russell’ın takım arkadaşları Wilt ilk üç çeyrekte istatistikleri kovalarken Russ’ın ölü taklidi yaptığını, işler kızışınca maça ağırlığını koyduğunu söylüyorlar. Bunu Zaire’de Foreman’ın kendisini yumruklamasına izin verip zamanı geldiğinde maçı kazanan Ali’ye benzetebiliriz. Russell pek çok “anti-Wilt” numarasını büyük maçlara ve büyük anlara saklardı.

Karşılıklı oynadıkları 142 maç istatistikleri:

Wilt: 28.7 sayı, 28.7 ribaunt
Russell: 14.5 sayı, 23.7 ribaunt



...and the Oscar goes to Chamberlain! Tabii bu maçların 3’te 2’sini Celtics kazandı. Bir de playoff istatistiklerine bakalım:

Wilt: 22.5 sayı, 24.5 ribaunt, 4.2 asist
Russell: 16.2 sayı, 24.9 ribaunt, 4.7 asist

İşin ucunda kupa olunca Wilt’in istatistikleri tam 5 puan düşerken, Russell’ın istatistikleri biraz daha yukarı çıktı. Üstelik Wilt takımın bir numaralı opsiyonuyken Russell tüm oyuna hükmetmesine karşın üçüncü, hattâ dördüncü seçenekti. Fakat istatistiklere göre Chamberlain playoff maçlarında Bill’den yalnızca 3 basket fazla atabilmiş ve geri kalan her şey eşit. ...ve Russell beraberliği yakaladı!

3 basket dışında her şey eşit mi? Aslında tam olarak değil. 
Wilt ve takımlarının konferans finali ve finaller performansı: 48 galibiyet, 44 mağlubiyet
Russell ve takımının konferans finali ve finaller performansı: 90 galibiyet, 53 mağlubiyet

Russell’ın ezici üstünlüğü hemen göze çarpıyor. Ayrıca Russell diğer tüm özelliklerinin yanı sıra maç sonlarını severdi. Wilt bazı playoff maçlarının ikinci yarısında birkaç şut kullanırken*, Russell baskı arttığında parlardı. Meselâ 7. maç performanslarına bakalım:


Wilt: 4 galibiyet, 5 mağlûbiyet
Russell: 10 galibiyet, 0 mağlubiyet

Ayrıca,
Eleme maçlarında Wilt:10-11
Eleme maçlarında Russell: 16-2

Ve son olarak,
Wilt: 2 şampiyonluk
Russell: 11 şampiyonluk

O hâlde evet, haykırabiliriz: Her türlü  istatistikî muhasebe ortaya koyuyor ki, Wilt Chamberlain gelmiş geçmiş en iyi normal sezon oyuncusu!

Bir de 1973’e dek blok istatistiği tutulmuyordu. Fakat hemen her oyuncu Russell’ın rahatlıkla 10+ blok yapabildiğini söylüyor. Gelmiş geçmiş hiçbir blok performansına benzemediği aşikâr. Wilt ise kariyeri boyunca 6 faulle oyun dışı kalmadı. Çok iyi bir blokçuydu ama 4-5 faulü varken hemen hiçbir şutu savunmuyordu. Yarattığı defansif boşluk maça mâl olsa bile.

Havlicek şöyle yazıyor: “Hiçbir lise, kolej ya da NBA maçında oyun dışı kalmadı. Bunun sebebi dördüncü faulden sonra oyun üslûbunun değişmesiydi. Takımını bu şekilde mağlubiyete sürüklemesi en kişisel özelliğiydi belki de.

*68 play-off’ları. Sixers açık ara favori. Seride 3-1 öne geçiyorlar ama baskı altında ezilecekler. Celtics önce altıncı, sonra yedinci maçı kazanıyor. Wilt kendi evlerindeki yedinci maçın ikinci yarısında sadece iki şut kullanıyor. Bu olayı kitabında şöyle anlatmış: Hal 8/25 attı, Wali 8/22 attı, Matty 2/10, Chet 8/22 attı. Bana kızmayın.


Mit No.4
WILT ÇOK KAFA ADAMDI



Dergilerde, talk-how’larda, sokaklarda, imza günlerinde Wilt herkesin sevgilisiydi. Onu tanıyan herkes, Wilt hakkında birbirinden eğlenceli hikâyeler anlatır. Çevresindeki insanlara espriler yapan, para konularında fazlasıyla bonkör, 20.000 kadın tavlayan renkli bir karakter. Peki bu kadar eğlenceli ve iyi bir insan nasıl oldu da bok gibi bir takım arkadaşına dönüştü?

Sanırım basketbol konseptini idrak edemedi. Lige katıldığı ilk altı sezon boyunca sürekli top kullanmak, kara sevdayla bağlandığı skor istatistiklerini alt üst etmek ve takım arkadaşlarından farklı muamele görmek istedi. Zamanın efsanevî gazetecilerinden Jim Murray şöyle diyor: “Warriors, topu hemen her pozisyonda Wilt’e vermeye çalışan bir grup kâhyaya benzemekte. Hepsinin yetenekleri köreliyor, arzuları kayboluyor.” Wilt, ne takım arkadaşlarıyla, ne de koçlarıyla iyi geçinemiyordu.* Mağlubiyetlerin ardından koçları ve takım arkadaşlarını kötülüyor, rakip oyuncuları medya önünde aşağılıyordu.



Hattâ 65’te Lakers’a katılma ihtimâli doğunca, takım sahibi oyunculardan bu takası oylamasını istedi. Sonuç: 2-9. Wilt formunun zirvesindeydi. Lakers üst üste iki sene finalde Celtics’e kaybetmiş ve Russell’a cevap verememişti. Fakat hemen hiçbiri Wilt’i takımlarında istemiyordu. Böyle bir oyuncu nasıl NBA tarihinin en iyi oyuncusu olarak adlandırılabilir? Sizce Lakers oyuncuları Russell takasına karşı çıkarlar mıydı? Jordan’ı hangi takım istemezdi? Magic, Bird, Duncan?

*Frank McGuire hariç. McGuire’ın oyun planı oldukça basitti: Wilt her topu kullansın. 100 sayılık maç bu döneme rastlar.


Mit No.5
BİRKAÇ BASKET ŞAMPİYONLUKLARI DEĞİŞTİREBİLİRDİ

Başa baş giden pek çok maçta Wilt’in takımları kaybetti. ‘60 Doğu Konferansı Finalleri(Wilt 3. maçta rakibe yumruk atıp elini sakatladı), ‘62 Konferans Finalleri(tartışmalı bir basket kararı), ’65 Konferans Finalleri(“Havlicek stole the ball!”), ’68 Konferans Finalleri(takım arkadaşları 7. maçta kötü oynadı), ’69 Finalleri(maçın son anlarında Wilt’in dizi sözde sakatlandı), ’70 Finalleri(Willis Reed MSG’ı ateşledi, Walt Frazier West’i paramparça etti)...

Pekâlâ, haklısınız. Fakat Wilt’in takımlarının maç sonlarında tökezlemesinin sebebi belliydi: Wilt iyi bir “clutch” oyuncusu değildi. Kaybetme korkusu ağır geliyordu. Berbat serbest atışları(-%50) sebebiyle faul almaya korkuyordu. 4-5 faule ulaştığındaysa faul yapmaya korkuyordu. 68, 69 ve 70 senelerinde hep favori takımda oynamasına rağmen son anlarda kayboldu ve takımın mağlubiyetini seyretti. Wilt hakkında neredeyse hiçbir clutch hikâyesi yok. Peki ya Russell?



-1957 Finalleri, 7. maç: Russell’ın çaylak sezonu. 7. maç istatistikleri: 19 sayı, 32 ribaunt. Skoru eşitleyen basketi atıyor, iki pozisyon sonraysa maç kazandıran bloğu yapacak.

-1960 Finalleri, 7. maç: 22 sayı-35 ribaunt. Celtics şampiyon.

-1962 Konferans Finalleri, 7. maç: Wilt o sezon 50 sayı ortalamayla oynamıştı. Russell sadece 22 sayı atmasına izin verdi(kendisi de 19 sayı attı).

-1962 Finalleri, 7. maç: 30 sayı, 44 ribaunt. Maçın sonuna doğru Celtics’teki tüm uzunlar oyun dışı kalınca sorumluluğu alıyor.

-1965 Konferans Finalleri: 15 sayı, 29 ribaunt, 9 asist.

-1966 Finalleri, 7.maç: 25 sayı, 32 ribaunt.

-1968 Konferans Finalleri, 7. maç: Russell yalnızca 12 sayı atıyor ama Wilt’i 14 sayıda tutuyor. Russell kariyerinin son iki senesinde daha çok defansif sorumluluklarla uğraşıyordu. Bir de unutmadan takımın efsanevî koçu Auerbach emekliye ayrıldığı için koçluk görevini üstlenmişti. Evet, son iki sezonunda hem oyuncu, hem de koçtu Bill Russell.



Meselâ 1968 ve 1969 senelerinde Wilt ‘açık ara favori’ takımda oynuyordu. Playoff serileri yedinci maça uzamıştı. Her iki yedinci maç da Wilt’in sahasında oynanacaktı. Bir ‘süper performans’, Celtics’i elemeye yetecekti yani. Maalesef Wilt asla büyük maçların oyuncusu olmamıştı.


Mit No.6
O ZAMANIN OYUNCULARI WILT VS RUSSELL TARTIŞMASINDA İKİYE BÖLÜMÜŞTÜ

Bu kitabı yazmadan evvel okunabilecek tüm NBA kitaplarını okumuşumdur. Beni en çok şaşırtan, insanların (basketbolcular, koçlar, gazeteciler...) Russell’ı nasıl yücelttikleri ve Wilt’i ne kadar çok yerden yere vurdukları oldu. Kendi takım arkadaşları bile. Tüm kitabı alıntılarla doldurabilirdim ama birkaç örnek versem yeterli olacaktır.

Butch van Breda Kolff(Wilt’in koçu. Lakers): Russell her zaman takım arkadaşlarını daha iyiye taşırdı. Wilt ise kazanmak için en doğru yolun kendisinin sayı atması olduğunu düşünürdü.

Jerry West: Wilt’in yaptıklarına saygı duyuyorum. Wilt bence Russell’dan sonra en iyi uzun oyuncuydu. Fakat söylemeliyim ki, Wilt sizi galibiyete taşımazdı; siz onu zafere taşırdınız.

Jerry Lucas: Wilt istatistik kategorilerinde ön plana çıkmak isterdi. Russell ise maçı kazanmak için her şeyini verebilirdi.



Belki de Russell'ın en büyük şansı Red Auerbach gibi bir koçla çalışmış olmasıdır. Wilt'in yolu Boston'a düşseydi neler olabileceğini bilmiyoruz. Fakat Auerbach'ın Wilt hakkındaki görüşleri  belli: "Onun gibi bir prima-donna'yla asla çalışamazdım."

Peki Wilt Chamberlain kendisi hakkında neler söylemiş: “Bill için tüm büyük maçlar erkekliğin sınandığı birer meydandı. Basketbolu öylesine ciddiye alıyordu ki, maçlardan önce soyunma odasında dayanamayıp kusuyordu. Ben basektbolu, ölüm kalım meselesi değil, bir oyun olarak görmeye meyyâlim. ‘Erkek’ olduğumu kanıtlamak için NBA şampiyonlukları ya da sayı krallıklarına ihtiyacım yok. Hayatta çok daha güzel şeyler var; yemekler, arabalar, kızlar, dostlar, sahil, hürriyet...



“Sanırım Bill bu fikirlerimin farkındaydı. Beni hem biraz kıskandığını, hem de bakış açımı yanlış bulduğunu düşünüyorum. Bence Bill her şeyi biraz daha hafife almalıydı. Ben tıpkı Bill gibi kendimi tümüyle basketbola adasaydım takımlarım her sene şampiyonluğa uzanabilirdi.”

Söyledikleri doğru belki ama ben yine de maçlardan önce kusan, takım arkadaşları tarafından en çok sevilen, yalnızca galibiyet ve şampiyonluk istatistiklerini obsesyon hâline getiren Bill Russell’ı tercih ederdim. Herkesin tercihi bu yönde olurdu zaten.

Tüm bu lâflar, takımlar, yüzükler beni seneler boyu basketbolun kadim sırrı üstüne düşünmeye sevk etti. Basketbolun sırrı... Basketbolun sırrı neydi?



THE SECRET

‘Üstsüz’ kadınların güneşlendiği bir havuz partisinde votkamı yudumlarken basketbolun sırrını öğrendim. Esrar çözüldüğünde, bir metre ötemdeki çıplak memelere bakakalmıştım. Peki bu kadim sırrı açıklayan kişi kim miydi? Vaktiyle beni dövmeye and içmiş bir Hall of Famer: Isiah Thomas.

NBA Yaz Kampı için Las Vegas’taydım. Sabah arkadaşlarla beraber havuza gitmiş, yarı çıplak kadınlarla kart oynamış, kumar makinelerinde vakit geçirmiştim ki, meşhur Knicks spikeri Gus Johnson’a rastladım. Kartlarımı anons edebileceğini (“veee… karo 10 sayesinde bir el daha alıyor! Yok artık Bill!”) düşünürken, beni Isiah Thomas ile tanıştırabileceğini söyledi. Donakaldım. Yalnız basketbolcular değil,  tüm sporcular arasında tanışabileceğim en son ismi telaffuz etmişi çünkü.

Seneler boyu Thomas’la dalga geçmiş, hatta onu acımasızca, paramparparça edercesine eleştirmiştim. Kullandığı bazı saçma şutlar için, 85 All-Star maçında Jordan’ı dışladığı için, 91 playoff’larında Bulls 4-0’ı garantileyince henüz maç bitmeden salonu terk ettiği için defalarca hedef gösterdim. Rodman’ın “Bird aslında sıradan bir oyuncu, beyaz olmasaydı ünlü olamazdı” gibi abuk subuk açıklamalarına destek verdiği için neredeyse idam ettim onu. Knicks’in genel menajeriyken durmaksızın gerzekçe ve sapıkça hamleler yaptığı için hemen her gün dalga geçtim. En nihayet, katıldığı bir radyo programında beni tehdit etti: “Bir gün karşılaşırsak başı belaya girebilir...”



Arkadaşlarım Gus’a anlatmaya çalışıyorlardı: “Isiah olmaz. Bu delicesine korkunç bir fikir.” Gus hiçbirini dinlemeksizin itiraz kabul etmeyince arkadaşlarım birer mazeret uydurup korkuyla kaçıştılar; tek başıma kalmıştım. Gus kolumdan tuttu ve Thomas’ın oturduğu masaya sürükledi beni. Geldiğimi gören birkaç kişi kalkıp uzaklaştı. Eski bir italyan lokantasında buluşan mafya mensuplarına benziyorduk. Thomas ise sükûnetle, merhaba, dedi, “Ben Isiah.”

El sıkışıp konuşmaya başladık. Dakikalarca tartıştıktan sonra unutulmaz Celtics-Pistons hatıraları canlandı. 80’lerde nasıl da birbirlerinden nefret etmişlerdi. Günümüz basketboluysa rekabeti erozyona uğratıyordu; yeni kurallar, reklâmlar, para... Bugünlerde tüm basketbolcular birbirlerine sarılıyor, bol şans diliyorlar. Seneler sonra karşılaşmış lise arkadaşları gibi sohbet ediyorlar: “Seni görmek çok güzel. Çok özlemişim. Hadi öğle yemeğine çıkalım.” Bird ve Celtics, Thomas ve Pistons ile karşılaştığında kimse ajandasına öğle yemeği planları eklememişti. Birbirlerini yok etmek istiyorlardı ve birbirlerini yok ettiler. Eski rekabetlerin bıçak kadar keskin, artık unutulmuş bir yanı vardı.

O anda muhabbetten keyif aldığımızı fark ettim. Sanırım bu, basketbolu seven herhangi bir insanla vakit geçirebileceğimi kanıtlıyor. Üstünde “pis zenci” yazan bir tişörtle beni Harlem’e bırakın ve birileri kıçıma madalyon takmadan evvel 12 dakikam olduğunu söyleyin. Hayatta kalacağım âşikâr.

89 finallerinde gazetecilerin sürekli Thomas’a yönelttikleri soruyu hatırlıyorum: Ligin en yetenekli takımlarından biri olmadığınız hâlde nasıl maçlarınızı kazanıyorsunuz? Thomas cevap vermişti: “İstatistiklerle değerlendirdiğinizde biz ligin en kötü takımlarından biriyiz. O hâlde basketbol için yeni bir formül bulmalısınız. Galibiyet sanatı, sporcular için para anlamına gelen istatistiklerle karmaşık hâle getirildi. Hepiniz aksini iddia ettiğiniz için ben de şüpheye düşmüştüm. Fakat inat edip yalnızca galibiyet/mağlubiyet istatistiğine baktım. İnsanlar gazeteyi ellerine alınca 30 sayı atan oyuncunun en iyi olduğuna karar verirler. Oysa bizim takımda kimin daha iyi olduğunu anlamak mümkün değil. Herkes iyi bir şeyler yapıyor çünkü. Eğer sonraki maçı kazanırsak, hiçbir oyuncusu 20+ sayıyla oynamamasına rağmen şampiyonluğa ulaşan ilk takım olacağız. Yüzük isteyen 12 oyuncumuz var ve her akşam başkası ön plana çıkıyor. Kazanmanın yolu bu... ve mağlubiyeti kabul etmemek.”

Her şeyi bir saniyeliğine unutun. 1989’da Isiah birkaç cümleyle NBA Şampiyonluğu kazanmak için gereken her şeyi tarif etmişti. Pek çok insan bunu anlamamış, daha üzücüsü bir daha kimse aynı soruyu sormamıştı. Kimse aynı cevabı istememişti amk! Seneler sonra, Las Vegas’ta yarı çıplak kadınların cirit attığı bir partide, elinde tropik kokteyl, kafasında hasır şapka varken ona baketbolun sırrını tekrardan sorup söyletecek kişi, dövmeye and içtiği bir gazeteci olan ben miydim? Kaderin bana biçtiği role uyup merakla basketbolun sırrını sordum.

Isiah gülümseyip, basketbolun sırrı, dedi, bu sırrın basketbolla alâkalı olmamasıdır. Basketbolun sırrı basketbol hakkında değil mi? Boş boş bakınca birkaç dakika içinde ne demek istediğini bana açıkladı.

87’de Celtics’e, 88’de Lakers’a küçük farklarla kaybettikten sonra 89 sezonunda çatlak sesler çıkmaya başlamıştı. Isiah ve Vinnie Johnson dakikalarını Joe Dumars’la paylaşıyorlardı. Rick Mahorn ise John Sally için dakikalarını feda ediyordu. Fakat Dennis Romdan Adrian Dantley’nin son çeyrek dakikalarını alınca Dantley mızmızlanmaya, hattâ yerel gazetecilere dert yanmaya başladı. Pistons yönetimi, senelerce inşa ettikleri paylaşımcı yapının bozulmasından, Dantley’nin bir jenga kulesine benzeyen bu yapıyı yıkmasından korktukları için takas yolunu tercih ettiler. Dantley yerine gelen Aguirre daha kötü bir basketbolcuydu belki ama 89 Pistons’ı için daha uygun bir puzzle parçasıydı. Bu basketbol değil, insan takasıydı adeta. Herkes tüm varlığını kendi rolüne ve galibiyete armağan edince Detroit kupaya ulaştı.



İşte aradığın sır bu, dedi Isiah. “Basketbol hakkında değil.”

***

Detroit kupayı kazanmadan bir sene evvel NBA Finalleri’nde Lakers ile karşılaşmış ve guard savunamayan Los Angeles takımı altıncı maçta Thomas’ın efsanevî performansını durduramamıştı. Isiah maçın üçüncü çeyreğinde kan kokusu almış bir köpekbalığına benziyordu. Üst üste inanılmaz 14 sayı attıktan sonra Michael Cooper’ın ayağına basıp yere yuvarlandı. Ayağı burkulmuştu. Zavallı Isiah ayağa kalkmaya çalışıyor ancak tekrar yere düşüyordu. Bacağı sakatlanmış bir yarış atı gibiydi. Basketbol oynayan herkes lânet olası burkulmaların darbe ânında nasıl acı verdiğini bilir. Geri dönmek bir yana çoğu zaman yürümek bile imkânsızdır. Arkadaşları kenara taşımadan evvel Isiah 90 saniye yerde debelenecek, tüm seyirciler Detroit’in şampiyonluk umutlarının eriyip yok olduğunu hissedecekti.

Lakers 8 sayı öne geçtiğinde Isiah oyuna girdi; alt dudağını tütün çiğnermişçesine çiğneyip acıyı transfer ediyordu. Tüm vücudu adrenalinle çalışıyor, bileği davul gibi şişmeden önce Detroit’i şampiyonluğa ulaştırmak istiyordu.



Tek ayak üstünde saçma sapan bir şut attı; sayı. Dengesiz bir turnike attı ve neredeyse seyircilerin üstüne yuvarlanıyordu. Uzak mesafeden üçlük attı. 10 metreden abuk subuk bir şut soktu. 3. çeyrekte tam 25 sayı! Pistons tekrar öne geçti. Fakat hem maçı, hem de seriyi Lakers kazanacaktı. Üzücü. Öylesine üzücü ki Isiah maçı bir daha izleyemedi. Bu maçın kendisini neden rahatsız ettiğini sordum.

Kelimelerim havada asılı kaldı. Isiah konuşmakta zorlanıyordu. Hafif bir tebessümle hafızasına doluşan hatıraların ağırlığıyla ezildi; bazıları güzel, bazıları çirkin. En sonunda gözlerini ovalayıp, “Ben sadece... Ben... Asla seyredemedim,” diye mırıldandı. “Sizler... anlayamazsınız.” Birkaç saniye kendini topladı ve konuştu: “O his... O şekilde oynadığında ve gerçekten şampiyonluk için oynadığında... şampiyonluk için oynadığında... Kalbini, ruhunu, kelime anlamıyla her şeyini şampiyonluk için ortaya koyduğunda... ve...” Nefes alıp devam etti: “Bir takım, bir grup insan olarak yaşadıklarımız, şahsî çabalarımız, aynı hedef etrafında yoğunlaşan ebedî arkadaşlığımız... gerçekten şampiyonluk için oynadığında... yalnızca... anlayamazsınız.

“Bizler Celtics ya da Lakers değildik. Kimsenin değer vermediği bir grup basketbolcuyduk: Detroit Pistons. Savaşmaya, insanlara bir şeyler kanıtlamaya çabalıyorduk. Bunu görmek, bunu bilmek, bunu hissetmek, bütün engelleri aşmaya çalışmak. Bir oyuncu olarak bu sebeple oynamaya devam edersin. Bu, sahip olmak istediğin his.12 adam bunun için bir araya geldiğinde... bilirsin ki bu... bu...” Doğru kelimeleri arıyor, bulamıyordu. Pes etti: “neyse, anlamak mümkün değil.”

Haklı, asla anlayamayız. Öyle görünüyor ki, parke dışında Isiah da pek bir şey anlayamamıştı. 5 sene boyunca New York genel menajeriyken başardıklarına göz atalım: cinsel taciz davaları açıldı, playoff’ta bir kere bile turu geçemediler, önemli draft haklarını kaybettiler, kötü performans gösteren oyunculara her sene 90 milyon+ maaş ödemek zorunda kaldılar, taraftarlar salonun içinde ve dışında protestolar yaptı. Nasıl olur da takım oyunu ve kimya ile iki kez şampiyonluğa ulaşan bir oyuncu, GM olduğunda bunların hepsini unutup New York’un yeniden yapılanma çabalarının tam anlamıyla içine sıçar? Ligin en bencil yıldızlarından Marbury’ye takımın dümenini emanet eder; Curry ve Randolph gibi alâkasız iki uzunu ilk 5’e yerleştirmek için draft haklarından vazgeçer; Marbury yetmezmiş gibi Steve Francis ve Jamal Crawford’a verilebilecek en yüksek kontratları verir? Vergi limiti yokmuş gibi bir halüsinayona kapılır, New York taraftarlarının tüm zevkini hadım eder?



O zamanlardan beri aynı soruyu kendime soruyorum: Neden NBA takaslarına karar verenler basketbolun sırrını göz ardı ediyorlar; oyuncuyken bu kadim sır sayesinde şampiyonluklara ulaşmalarına rağmen unutuyorlar? Taraftarlar zaten sırrın ne olduğunu bilmiyorlar (bu sebeple Shaq’in Tim Duncan’dan daha iyi bir kariyer geçirdiğine inanan insanlarla aynı gezegende yaşıyoruz.). Maç başı 22-25 sayı atıp 8 ribaunt alan ama savunma hakkında hiçbir şey bilmeyen, takım arkadaşlarına hücumda pozisyon hazırlayamayan Amar’e, bu sebeple all-star ilk 5’ine seçilebiliyor. Yalnız taraftarlar değil, neredeyse hiç kimse sırrın ne olduğunu bilmiyor. İstatistik kâğıdı kimlerin arkadaşları için pozisyon hazırladığını, kimlerin defans yapabildiğini açıklayamıyor çünkü.

Şampiyonluk için neler gerektiğine bakalım:

1. Genelde şampiyonluk takımları bir büyük oyuncu etrafında toplanırlar. Bu oyuncu her gün deli gibi çalışır, şampiyonluğa odaklanır ve takım arkasından gelir. Son 30 seneye bakalım: Kareem, Bird, Moses Malone, Magic, Isiah, Jordan, Hakeem, Duncan, Shaq, Wade, Garnett. Fazla söze gerek yok, liste olması gerektiği gibi zaten.



2. Bu süperstar, bir ya da iki elit oyuncuyla desteklenir. Bu yardımcı oyuncular, rollerini benimsemeli ve istatistik derdine düşmemelidirler. 1980’den beri genç Magic, Parish/McHale, yaşlı Kareem, Worthy, Doc/Toney, Dumars, Pippen/Grant, Drexler, Pippen/Rodman, Robinson, genç Kobe, Parker/Ginobili, yaşlı Shaq, Pierce/Allen.

3. Bu çekirdeği düzgün rol oyuncularıyla bezemek lâzım. Saymakla bitmez bu oyuncular. Robert Horry/Derek Fisher gibi yerlerini bilen, bencillik tuzağına düşmeyen, takım kültünü yıpratmayan, az hata yapan oyuncular.

4. Playoff’larda sağlıklı kalabilmek.

Şampiyonluğu kazanmanın yolu bu. Duncan’ın Spurs’ü bunu yaparken, bir de tüm oyuncuların iyi karakterli olmasına dikkat etti. Bu sebeple Duncan kariyeri boyunca %70’ten fazla maçını kazandı. Bu bir rastlantı değildi. Peki ‘En iyi kimya’ ve ‘en az bencillik’ ölçülebilir mi? İmkânsız. Bu sebeple basketbolu idrak etmekte zorlanıyoruz.



Sahada yalnızca 5 oyuncuyla oynayabiliyorsunuz. 12 adamın paylaşması gereken 240 dakikalık bir pasta var. Bu dakikalar neye göre paylaşılacak? Daha çok dakika ve daha fazla para isteyen oyuncular nasıl takım için çalışabilecekler? Bu adamlar nasıl birbirlerine güvenebilirler? Nasıl birbirlerine inanabilirler? Yetenek/maaş/reis kombinasyonu nasıl şekillenir?.. İşte basketbol bu. Aşka benziyor. Varken olduğunu bilirsiniz, yok olmaya başladığındaysa bittiğini.

Russell kendi tecrübelerini şöyle anlatıyor: “Her oyuncumuzun farklı özellikleri vardı ve amacımız bu özellikleri hangi kombinasyonlarla kullandığımızda daha etkili olabileceğimizi bulmaktı. Çünkü bu, kazanmanın tek yoluydu. Rakip oyuncuların silâhlarını kısıtlamak ve kendi silâhlarımızı azami seviyede kullanabilmek için beraber çalışıyorduk.”

Herhangi biri bu bağlantıyı bir süreliğine bulabilir. Bu bağlantıyı bulmak, geliştirmek, şampiyonluğu kazandıktan sonra daha fazla dakika/istatistik/para/şöhret istemeksizin aynı başarı için tekrar ilerlemek... Şampiyon olmak budur. Russell’ın açıkladığı gibi, “Şampiyon ünvanını korumak, şampiyonluğu kazanmaktan çok daha zordur. Bir kere kupayı kazandıktan sonra bazı kilit parçalar, kendi rolleriyle tatmin olmamaya meyillidirler. Tüm takımın ne olursa olsun kazanmaya odaklanması gittikçe zorlaşır. Zaten kazanmışsanız, aynı insanların daha önce tırmandıkları bir dağa sanki ilk kezmişçesine tırmanmalarını bekleyemezsiniz. Üstelik bu insanlar daha fazla acı ve ağrı ile uğraşmak istemeyebilirler. Ne de olsa bir sene daha yaşlandılar. Gittikçe artan acı ve ağrılara hükmetmeye kararlı 30+ yaşında oyuncuları bulduğunuzda, bir şampiyona sahip olursunuz.”



Kusura bakmayın ama bu cümlelerde ‘istatistik’ yahut ‘sayı’ya rastlamıyoruz. Yalnızca kazanmak hakkında bu söylenenler. İşte basketbolu güzel yapan bu. Maçları izlemelisiniz. Yalnızca istatistiklerle tatmin olamazsınız. Tüm bu yardımlaşma bir ruh hâline, mecburiyete, beklentiye dönüşür. En sonunda alışkanlıklarınız sizi mükemmeliyete taşır. Bunu kaybetme lüksünüz olmamalı. Bir maç kaybedebilirsiniz ama alışkanlıklarınızdan vazgeçemezsiniz. Aksi taktirde her şeyi kaybeder ve bir daha asla sahip olamazsınız.

Art arda şampiyonluklar kazanmak, takımların daimî panik ve baskıyla nasıl başa çıkabildiklerine bağlıdır. Süper yıldızınız ve ana yardımcı oyuncularınız bu kaideye bağlı kaldıkları sürece ayakta kalabilirsiniz. Wilt 67’de bir şampiyonluk kazandı ve 14 ay sonra başka bir takıma takas edildi. Senelerce kafayı sayı krallıklarına taktıktan sonra bir şampiyonluk kazandı ve artık galibiyetten yeteri kadar haz almamaya başladı. Çok fazla asist yapmadığını iddia eden insanlara inat asist kralı olmayı kafaya koydu. Hücumda potaya gitmekten imtina ediyor ve sürekli pas veriyordu (Kobe’nin şut silâhlarını kullanmayıp yalnızca asist yapmaya çalıştığını düşünün.). Wilt en sonunda asist kralı olmayı başardı. Bu sırada Bill Russell hâlâ onüçüncü sezonunda olmasına rağmen maçlardan önce kusuyordu. Tüm parmaklarını dolduracak kadar yüzük kazanmıştı. Yine de kazanmak için yanıp tutuşuyordu. Öylesine arzuluydu ki takım arkadaşları da aynı arzuyu en sıcak şekliyle taşıyorlardı. Bu hissi yanlışlıkla kazanamazsınız. Fakat yakaladığınızda –ki bu seyrek gerçekleşir– onu asla kaybetmek istemezsiniz.

Bu sebeple Jordan-Pippen ikilisini saygıyla hatırlıyoruz. Onların manevi mirasının en parlak hatırası kazandıkları ilk beş şampiyonluk değil, altıncı şampiyonluklarıydı. Yaşlanmış, hattâ mecâli kalmamış bir grup, yalnızca gurur ve Jordan’ın boyun eğmez iradesiyle son yüzüklerine kavuştular. ‘98 Playoffları için favori ânım Doğu Konferans Finalleri’nin yedinci maçıdır. Genç Pacers, Bulls’u sallıyor. Galibiyete ulaşacaklarını hissediyorlar. Fakat Pippen kritik bir top kaybını engellemek için canla başla çalışıyor, Jordan dizleri izin vermediği için şutları girmeyince sürekli potaya drive edip serbest atış çizgisine gidiyor. Jordan ve Pippen maçın bitimine saniyeler kala sahanın ortasında hafifçe eğilmiş, tükenmiş, kutlama yapacak enerjiler kalmamış bir hâlde ellerini dizlerine koymuş soluklanıyorlardı.



O maçta MJ ve Pippen 43’te 15 attılar, Chicago %38’le atarken Indiana ise %48’le şut sokuyordu. Dennis Rodman yalnızca 6 ribaunt alabilmişti. Fakat Bulls’un kaybetmesine izin vermediler. Her hücum ribaundu için savaşıp topu mümkün olduğuca ellerinde tuttular. Kendi iradelerini oyuna kabul ettirdiler. Bird, Magic, Isiah, Jordan, Duncan... Basketbol elbette ki istatistikler ve yetenekle alâkalıdır; ancak takım arkadaşlarını daha iyi hâle getirebilmek ve takımı şahsî rakamların önüne koyabilmek daha önemlidir.

Son bir anekdot her şeyi açıklayacaktır sanırım. Russell’ın Celtics’i 1969 senesinde son şampiyonluklarına ulaştığında sürüyle arkadaş, görevli, patron ve gazeteci Celtics’in soyunma odasına doluşmuş, klasik şampanya banyosunu ve coşkulu kucaklamaları bekliyorlardı. Russell takım elemanları hariç herkesin birkaç dakikalığına dışarı çıkmasını rica etti; “Bizler gerçek dostlarız.” Oyuncular yalnızca birbirleriyle bu ânın tadını çıkarmak istiyorlardı. Neler konuştuklarını ve neler hissettiklerini asla bilemeyeceğiz. Tıpkı Isiah’nın söylediği gibi, duysak bile anlayamayacağız.

Kapılar yeniden açılınca ABC muhabiri Jack Twyman tahmin edebileceğiniz, soru bile olmayan dandik cümleler kurmaya başladı: “Evet, Bill, bu senin için önemli bir galibiyet olmalı.”

Russell sevinçle cevap vermeye başlaıd: “Jack...

Kelimelerin geri kalanı boğazında düğümlendi. Hislerini anlatabilmek için bir yol arıyor, ama konuşamıyordu. En sonunda birkaç saniyeliğine iflas etti. Gözyaşları yok. Yalnızca ânın altında ezilen bir adam. Popüler bir örnek vereyim. Shawshank Redemption’da Red Boyd, Andy’nin yazdığı mektubu okuyunca tıkanıp kalır, neler olduğunu anlamamışçasına donuk gözlerle etrafa bakar. O an, onu aşmıştır çünkü. Aynısını Russell için düşünün. Sporda ulaşabilecek en üst mertebeye ulaşmış bir adam; ter, acı ve şampanyanın mükemmel bir karışımına bulanmış, olan biten her şey için yıkık dökük bir şükran duygusuyla dolmuş, takım arkadaşlarıyla kurduğu bağı ömrünün sonuna dek en kıymetli hazinesiymişçesine muhafaza edecek bir adam. Russell ’69 Celtics’in tükendiğini biliyordu; pek çok takımla baş edebilecek güçleri yoktu, hattâ kazanamamaları gerekiyordu belki de. Fakat kazandılar. Ve bu, basketbolla zerre alâkası olmayan sebepler yüzünden gerçekleşti.



Bill Russell bir daha profesyonel basketbol maçı oynamadı. Basketbolun sırrını kaynağından kana kana içmiş, 11 şampiyonluk kazanmış, spor tarihinin gelmiş geçmiş en büyük “winner”ı ünvanıyla emekliye ayrılmıştı. Kariyerinin sonuna dek bu kadim sırra sıkı sıkı yapıştı. Yolculuğu sona erdiğindeyse yüzünü ovaladı, gözyaşlarıyla savaştı ve asla ağzından dökülmeyecek kelimeleri aradı. Hiçbir şey söylemeyerek her şeyi söylemişti.

Yaklaşık 30 sene sonra, NBA TV’den bir ekip Wilt Chamberlain’le kariyeri hakkında röportaj yapıyordu. Muhabbet döndü dolaştı 1969 Finalleri’ne geldi.

“Bostona’a kaybetmemiz mümkün değildi,” diye mırıldandı Wilt; “Hiçbir şekilde mümkün değildi. Yani... Boston’a nasıl kaybettiğimizi hâlâ bilemiyorum.”

Hafifçe güldü ve ekledi: “Bu benim için hâlâ büyük bir gizem.”

Elbette ki öyleydi.

4 comments:

Anonymous said...

hocam mükemmel bir iş yapıyorsun, ne kadar teşekkür etsem az. bir solukta okudum çevirini. blogunu final haftamda keşfetmem çok iyi olmadı ama ilk yazından itibaren okumaya başladım, tekrar teşekkürler.

Bahis Merkezi said...

bloğunu nasıl keşfettim hatırlamıyorum ama müthişsin. teşekkürler.

Musty said...

bloğu göreli çok uzun bir zaman olmadı ama harikasın yaptığın işler mükemmel , yorumların saygı duyulacak cinsten . Gerçekten Teşekkürler

Anonymous said...

muhteşem bir yazı.. çeviri için teşekkürler