Thursday, May 31, 2012

Kaan Kural Röportajı (1/2)

Güncel soruları hızlıca geçelim. Şu ana kadar playoff'larda beklentileri aşan ya da altında kalan isimler var mı?
Aslında 3 aşağı 5 yukarı beklentiler üzerinden gidiyor. Playoff'ta karakter çok daha ön plana çıkıyor tabii. Yeteneğin yanında karakter olmadan playoff'larda performans göstermek çok kolay değil. İşin psikolojik yanı bir tarafa, fiziksel olarak da çok zor; takımların konsantrasyonunu, yaptıkları ön hazırlığı düşün. Bu playoff için konuşursak, aslında hayal kırıklığı biraz daha fazlaydı maalesef. Beklentileri aşan dersen, açıkçası ben Orlando'nun beklediğimden daha iyi olduğunu düşünüyorum. 4-1 yenilmeleri çok mühim değil. Önemli bir karakter koydular ki, kolu kanadı kırık hâlde girmişlerdi. Ne olursa olsun, rakipleri büyük bir travma geçirmiş olsa bile Philadelphia'nın tur atlaması da bence önemli. Spencer Hawes mesela, örnek verebileceğim bir isim. Beni şaşırttı. Bulls savunmasına karşı bu kadar efektif olmasını hemen hemen hiç beklemiyordum. Çünkü Hawes tamamen detay bir oyuncudur, hiç öyle karakter koyabileceğini de tahmin etmemiştim. Bulls serisi için böyle söyleyebilirim ama Celtics serisinde gördük ki, o iş öyle o kadar kolay olmuyor. Eşleşmeler çok önemli. Beklentileri aşan en önemli iki oyuncu ise Garnett ve Duncan bence. Bu iki oyuncunun playoff'larda performans veremeyeceğini tahmin etmek ayıp olur tabii. Fakat böyle bir yenilenme, gençlik aşısı... çok çok çok şaşırtıcı. Duncan neredeyse 2008 standartlarında oynuyor. Belki zirve dönemindeki gibi değil ama hâlâ "boyalı alanın patronu benim" diyebiliyor. Eskiden oraların imparatoruydu ama şimdi de patronu en azından. Kevin Garnett ise ne yaptı bilmiyorum. Aynısından bize de versin. Acayip. Anlıyorum kendini çok iyi, çok ekstra hissediyor ama Garnett kariyerinin zirve dönemlerinde bile az post-up kullanan bir oyuncudur, kritik topları kullanmaktan da kaçınır. Bütün iyi özelliklerinin yanı sıra onlar Garnett'in pek yapamadığı şeyler, hatta kariyerindeki eksikler olarak görünür. Şu an hepsini yapıyor. Maç topunu istiyor. "Vay be, sen ne olmuşsun abi" diyorum. Yine de dediğim gibi, hayal kırıklığı yaratanlar daha fazlaydı maalesef.

Mesela Atlanta?
Biliyorsun, Atlanta'yı hiç sevmiyorum ben. Son 4-5 sezonda sevmediğim iki takımdan biri. Diğeri Washington'dı; temizliği yapınca toparlandılar biraz. Atlanta'yı sevmeme sebebimin kulüple alakası yok. Potansiyellerini hiç kullanamamalarını, bazı maçlara neredeyse kaybetmek için çıkmalarını sürekli eleştiriyorum. Bu sezon farklı olduklarını düşünmüştüm. Normal sezonda daha iyi görünüyorlardı ama playoff'larda yine bildiğimiz Atlanta oldular; karman çorman bir sistem.
Bütçe tablolarına bakınca adamların planını anlamak da mümkün değil. Sanki seneler boyunca playoff'a kalmak ama asla ikinci turu geçmemek istiyorlar.
Galiba. Çok büyük bir şehir Atlanta, Amerika'nın en büyük 4. şehri. Aslında takımın çok daha etkili olması lazım ama profesyonel basketbolun hiç gelişemediği bir yer. İdareten orada gibiler; "ulan şehir büyük, bari basketbol takımı olsun." Yarattıkları kimlik çok tuhaf.
Manevra kabiliyetleri de yok. Joe Johnson'a 120 verdikleri andan beri yapabilecekleri pek fazla şey kalmadı.
Genel para politikalarına bakınca belli oluyor; öyle bir niyetleri bile yok: "Orta karar gidelim abi, zaten seyirci de çok bağlı değil. Saldım çayıra, mevlam kayıra."

Playoff'larda hemen her maçı seyrediyorsundur. Şahsî bir soru gelmiş: Eşi spor camiasından mı, eğer değilse bu kadar fazla sporla ilgilenmesine laf etmiyor mu?
Yok ya, onun canına minnet. Ben gece oturduğum için kıza bakıyorum. O uyuyor.

Meşhur bir olimpik slogan var: citius, altius, fortius; en hızlı, en yüksek, en güçlü. Bu üç öğenin olacbilecek en güzel kombinasyonu basketbolda vücut bulmuş adeta. Ben ilk görüşte çarpılmıştım. Peki sendeki basketbol ve NBA tutkusu nasıl başladı?
İlkokuldan sonra İstanbul'a yatılı okula gelince... insan kendini tanımlayacak bir şeyler arıyor. Daha 12 yaşındasın. Bizim okulun (Robert Kolej) nüfusu çok kısıtlı olduğu için hazırlık sınıfındayken daha doğru düzgün oyun kurallarını bile bilmediğim hâlde takıma seçildim. Amerikan Okulu olduğu için pek çok dergi var; Sports Illustrated, USA Today... NBA maçlarının kasetleri de geliyordu üstelik. Henüz anlamıyorum tabii; kafa daha tam basmıyor. Makro seviyede bir ilişki kurmak da zor. Fakat seyrederken hoşlanmaya başladım. Yavaş yavaş İngilizce'yi söktükçe kendime hobi edinebileceğim bir alan bana sunulmuş oldu sanki. Ben gidip aramadım. Özellikle 86 Celtics takımı, 80'lerin ortasındaki Celtics vs Lakers çekişmesinin kasetleri... Ama özellikle basketbol sevgimin sıçrama yaptığı, "ulan ne güzel işmiş be, işte spor budur" dediğim iki olay var: 1986 Dünya Şampiyonası, daha da önemlisi 1988 Olimpiyatları. Orada uzatmaya giden, unutulmaz Yugoslavya - Sovyetler finali var; beni acayip etkilemişti. NBA'i seyrediyorsun, bütün Dünya genelinde Amerikalılar'ın çok üstün olduğunu düşünüyorsun... 88 Seul'a dek çok hakimler zaten. Fakat 88'de Sovyetler perişan etti Amerika'yı. Ve başka ülkelerde de çok iyi ekoller olduğunu görünce "bu iş güzeldir" deyip bağlandım.

Peki Celtics? Fanatik olmadığın belli ama Celtics taraftarısın. Sevgin nasıl başladı?
80'lerin ortasında basketbolla ilk ilgilenmeye başladığım zaman, benden birkaç yaş büyük abiler ve arkadaşlarla okula gelen kasetleri izliyorduk: NBA Finalleri'nden üç maç, yarı finallerden üç maç... O zamanlar Lakers çok havalı; showtime, fastbreak'ler. Bizim takım koçu Cleveland doğumlu olduğu için Cavs taraftarı ama Lakers'ı seviyor üstelik. O yüzden tüm takım Lakers taraftarı oldu. Ben de biraz çıkıntı olduğum için Boston'u sevdim. Onlara tepki midir, Boston'un çekiciliği midir... Tabii Larry Bird'i gördüğümde hayran kalmıştım. Onunla ilgili bir iki yazı da okumuştum: He can't run, he can't jump, he is not fast but he is the best; koşamaz, zıplayamaz, hızlı değil ama en iyisi o. Yazıları okuyup Bird'in oyun zekasına hayran kalıp Celtics'li oldum. Ama benim taraftarlık anlayışım, Türkiye'deki taraftarlık anlayışından çok çok çok farklı olduğu için kendimi tam olarak taraftar diye niteleyemem. İlk göz ağrım, o ayrı konu ama her sene benim favori takımım, daha sıcak baktığım takım değişiyor. Ben başka işlerle uğraşmayan, kendini geliştirmeye çalışan ve kapasitesinin üstüne çıkan takımları severim her zaman. Playoff'a girememiş bile olabilirler ama kapasitesini aşmış, başka abuk subuk işlerle uğraşmamışlarsa o takımı severim. Bu kadar basit. Zaten sevdiğim oyuncular da sesiz sakin, kendi işine konsantre olmuş oyuncular: Ray Allen, Eric Gordon, James Harden...
Türkiye'den Harun Erdenay mesela.
Aynen.
Fakat sen Paul George'u da severdin, o biraz daha farklı.
Sorma, Paul George çok ayıp etti ya. Hem kendini serdi, hem gelişimini sürdüremedi. Üstelik twitter'da bakıyorum; porno yıldızlarını takip ediyor, onlarla yazışıyor... Gençtir tabii, genç çocuk ama odaklanması basketbolun dışına kaymış gibi. Normal, genç çocuktur diyelim.

Favori Celtics takımın? '86 mı?
'86. Gelmiş geçmiş en efsanevî iki üç kadrodan biri. Çok efsanelerdi ya... Çok... Çok.
Gerçi Finaller'de Houston'la karşılaştılar, Lakers'la karşılaşsalar...
Evet ya, 85'in rövanşı olacaktı.

(Not: 1986 Celts'i izlememiş basketbolseverleri, nefes almamaya karar veren bir insana benzetebiliriz. Torrent'te, YouTube'da hemen tüm maçları bulmak mümkün. Tabii kremanın kremasını istiyorsanız, Konferansı Yarı Finalleri'nin 5. maçına gideceğiz. Celtics serinin son maçında, tüm 3. çeyrek boyunca, rüyalarda görsek bile saçmalık diye niteleyebileceğimiz bir performansa imza attı. Ben anlatınca olmuyor, bırakalım ne demek istediğimi Celtics anlatsın.)
                                                     
                                                     

Hazır çocukluğuna inmişken oralardan devam edeyim. Kariyerin nasıl şekillendi?
Birkaç yerde anlatmıştım zaten. Benimki tamamen tesadüf. Üniversite'de uluslararası ilişkiler okudum. Hatta mühendis gibi yetişiyordum ben. Fena da değildim matematik derslerinde. Yapıyorum, beceriyorum ama bana aitmiş gibi hissetmiyorum; benim alanım değil yani. Lise biterken son anda U dönüşüyle TMC olup iktisata geçtim, oradan da uluslararası ilişkilere. Mezun olduktan sonra diplomasi için Dışişleri Bakanlığı'nın sınavına girecektim. Diplomasi de sevdiğim bir alandı çünkü. Tam o sırada Garanti Bankası'nın da sınavını kazanmıştım. Bankacı mı olayım, dışişlerini mi zorlayayım diye düşünüyorum. Çok büyük bir tesadüf oldu.
Nasıl?
Üniversite 3'te amatör yazılar yazmaya başlamıştım. Hatta o da tesadüf. Dergiyi alıyordum. Bir gün bir baktım NBA yazıları kesildi. 1 ay geçti, 2 ay geçti... Dergiyi aradım: "NBA yazıları niye yazılmıyor?" O zaman e-mail yok tabii. "NBA yazıları yazan arkadaş ayrıldı" dediler; "e ben biliyorum, size yazayım mı" diye sordum. Cevap: "Bir tane örnek yolla." Yolladım, beğendiler. Yazmaya başladım.

İlk yazın ne hakkındaydı?
Seattle Supersonics, hiç unutmuyorum. Şimdi o takım bile kalmadı.
Hangi sene?
1995. Payton&Kemp dönemi. NBA birincisi olmuşlardı. Lanetim orada başladı zaten; adamlar lig birincisi olduktan sonra ilk turda Denver'a elendiler.
Onu da soracaktım, herkes lanetten bahsediyor. Kendisi de farkında mı, demişler.
Tabii farkındayım ama o işin esprisi. Eğer matematiksel olarak incelersen belli olur zaten. Ben bir maçta 100 isimden bahsediyorum, 95'i istatistikî olarak uygun gidiyor, 5 tanesi istatistiği kırınca ise fazlasıyla göze batıyor tabii. Aslında çok normal. Amerika veya Avrupa'ya bakınca tüm yayıncıların benzer geyikler yaptığını görüyorsun zaten; "ulan biz dedik böyle oldu, adamları lanetledik..." "Kobe %85'le faul kullanıyor," dedikten sonra Kobe'nin iki tane atması hiç dikkat çekici değil. Fakat "Nash bu sezon 34'te 33 attı" dedikten sonra adam 2'de 0 atarsa "yuh" deniyor tabii. Neyse, eğlencelidir ama biraz normalin dışında olduğumu, standart istatistik sapmalarını geçtiğimi de kabul ediyorum.
2000'lerin başında "Hornets çok iyi bir takım olacak, Doğu Konferansı'nı domine edebilir" demiştin. Tabii o zamanlar Doğu uzunları rezalet. Hornets'te ise Magloire ve PJ Brown vardı. Mashburn sakatlandı, Hornets dağıldı abi ya.
Mashburn çok iyi oyuncuydu, yazık oldu. Magloire da bir sene all-star oldu, akabinde dağıldı
All-star olduğu sene az kalsın MVP seçilecekti hatta.
İyi de oynamıştı hakikaten. Ama sonra... Aman abi, iyi ki seçilememiş.

Biz senin ilk yazılarına dönelim.
Amatör olarak yazmaya başlamıştım. O zamanlar Yeni Yüzyıl'ın spor müdürü olan Yiğiter Uluğ görmüş yazılarımı. Tam hangi işe atılacağıma karar vermeye çalışırken, Yiğiter abi beni buldu: "Fastbreak'i çıkaracağız. Yazı işleri müdürü olur musun?" Tam ne yapacağım edeceğim derken! Şaşırdım tabii, "Yiğiter abi sağol, yazı yazıyorum ama yazı işleri müdürü ne yapar? Sen bana bir iş teklif ediyorsun, ben işin ne olduğunu bile bilmiyorum daha," dedim. "En fazla 3 ay sürünürsün, daha sonra senden iyisini mi bulacağız?" diye cevap verdiği yetmezmiş gibi beni gaza getirdi: "Günde 24 saat var. 8 saat uyuyorsun, 8 saat çalışıyorsun. Sen kalan 8 saati finanse etmek için mi çalışacaksın? Bak, en sevdiğin iş: basketbol." Tecrübesiz bir insan olmama rağmen fena da para vermiyorlardı o zamanın şartlarında. Giriş o giriş.

Oradan yorumculuğa geçtin, hatta seneler sonra 2008 Finalleri'ne gittin.
Boston şampiyonluğu gördüm ya... Gözlerimin önünde

Bu sene de gidecek misiniz?
Yeni platformda gitmemiz konusuna biraz daha rahat bakıyorlar.

Garip bir soru sormuşlar, virgülüne dokunmadan okuyorum: David Stern gelse, "Kaan al şu takımı senin olsun ama bir şartım var: Isiah Thomas veya Jordan'ı GM yapacaksın" dese, "ligde böyle takım olmaz olsun" diyecek kadar NBA tutkunu mudur?
Tabii canım. Bir takımı iyi yapamayacaksak eğer, sahibi olsam ne olur? Tek avantajım ne olacak ki, favori bir yerde mi seyredeceğim yani maçları?
Jordan seni ezer abi ya...
Takım sahibiyim lan nereye eziyor!
Ayağını kaydırmaya çalışır, kendi adamlarını getirir: Rod Higgins'ler, Fred Whitfield'lar...
Biz Jordan'ı bu işlere bulaştırmayalım. Şu an takım sahibi işte, ne güzel. Ama Isiah Thomas mümkünse seyirci olarak bile yukarılardan seyretsin. Saha kenarına bile gelmesin.

Gelen başka bir soru: Wade 3 sene kolejde okumuştu. Artık 30 yaşında. Oyunu esas olarak patlayıcılığa dayalı. 2006 Finalleri'ndeki olağanüstü performansları göstermekte zorlanıyor artık. Bundan sonra kariyeri nasıl ilerler?
O tip patlayıcı oyuncuların kariyerinde belli bir evrilme noktası oluyor. Evrilmek zorundalar daha doğrusu. Sürekli patlayıcı oynamak mümkün değil çünkü; vücutta yarattığı yıpranma bir yana, yavaş yavaş eklemler, kaslar aynı tepkiyi vermeme başlıyor. Jordan ve Kobe'ye bakınca basketbollarındaki evrim, oyun stillerinin nasıl değiştiği hemen belli oluyor. Wade'in bunu yapması lazım. Tabii daha erken. NBA Avrupa gibi değil, zaten modern tıp sayesinde standartlar değişti. 30 artık yaşlı değil, onu söyleyelim. 33, 34 yaşlarına dek çok efektif bir oyuncu olmayı sürdürecek. Fakat kariyeri evrilmediği sürece ilerisi çok kolay olmaz. 33 yaşına geldiğinde birdenbire çaptan düşebilir mesela. Bunu engellemek için öncelikle iyi bir şutu olması lazım ama Wade hiçbir zaman iyi bir şutör olmadı.

Peki 2006 Finalleri'ndeki olağanüstü performanslara şerh düşmek ister misin?
Her finalin bir hikâyesi, hatta şerhi var. Orada da Wade olağanüstü oynadı ama en kötü yönetilmiş finallerden biri bence.
Sayılarının neredeyse 2/5'si serbest atışlardan gelmiş.
Suyu çıkmıştı. Yanından geçenlere bile cart curt düdük çalıyorlardı. Tamam, büyük oranda Wade'in saldırganlığıyla alakalı ama o kadar da değil. Hele finallerde sertliğe daha çok izin vermeliler. NBA'in değişimiyle de ilgili tabii. Dış oyuncuların serbest bırakılması adına 2003'te hand-checking'in yasaklanmasıyla başlayıp iyice kontrolden çıkan sürecin devamı. Dış oyuncular artık dokunulmaz oldu. Çok güzel bir örnek veriyorlar; bugün hiçbir dış oyuncu kendisinin klonu yaratılsa tutamaz. LeBron'u LeBron tutamaz mesela.

Biri demiş ki, Tim Duncan ve Kevin Garnett hâlâ favori oyuncularım. (Araya giriyor: "Ne güzel.") Şu an ikisinden birini takımda oynatmak zorunda olsan hangisini tercih ederdin? Daha iyi olan ya da daha çok sevdiğin hangisi?
Duncan. Belki Garnett'i daha fazla seviyor bile olabilirim, hiç düşünmedim ama Duncan çok sağlam ya. Belki hiç gösterişli değil ama en ünlü sigorta şirketi gibi.

Duncan bu sene 5. şampiyonluğa ulaşırsa, tarihî olarak Magic&Bird ile arasındaki fark ne olur?
Magic&Bird'in NBA'e yaptığı etki çok büyük, onu kenara bırakıp teknik kariyerlerine bakarsak, çeyrek adım arkalarına gelir. Bir adım bile değil, çeyrek. Benim için basketbol hiyerarşisi belli: Jordan tepede, hemen arkasından Magic&Bird gelir. Russell, Kareem, Oscar vs çeyrek adım gerisindeki diğer isimler. Duncan da o klasmana gelir. Tabii benim için Magic&Bird'in yeri çok ayrı. Belki de çok sübjektif bakıyorum. Ben genelde orta yolcu olmayı pek sevmem; kolaycılıktır. Fakat orta yol istersen; Jordan tepede, arkasından gelen 7, 8 oyuncu arasında olacak Duncan.

Blake Griffin bu seviyelere gelebilir mi?
Gelebilir, çünkü çok çalışkan, basketbol aşkıyla dolu bir oyuncu. Kolay değil ama ne yapması gerektiğinin farkında. Elendikten hemen sonra "kendimi fundamental anlamında geliştirmem lazım" dedi mesela. Hep doğru şekilde oyuna yaklaşıyor. Bir kere Duncan seviyesine gelemez. Duncan başka bir şey. Adamın lakabı big fundamental. Dünya'da çok büyük pivotlar geldi ama hiçbiri Hakeem olamadı. Çünkü o başka bir yetenek. Nasıl şut ya da patlayıcılık yeteneği varsa, bu da çok çok uzun yıllar boyu çalışılarak parlatılmış bir kabiliyet. Blake Griffin fundamental hamlığını atınca pek çok yeteneği daha da ön plana çıkacak ama Duncan'a göre dezavantajları var. Bu kadar patlayıcılığa dayalı bir oyuncunun pota altında çok uzun ve etkili bir kariyere sahip olması kolay değil. Bence maalesef kısa bir kariyeri olacak. Kısa derken, 32-33 yaşlarına geldiğinde böylesine etkili olması zor. Üstelik teknik olarak da bir dezavantajı da var: Blake Griffin'in kolları kısa biraz. Tabii çok büyük avantajları var. Önümüzdeki 10 yıl boyunca her sene ileri gideceğini düşünüyorum ama 15 senelik bir kariyer zor görünüyor.
Şu anki atletizmi emsalsiz. Adam eski Sovyet deneylerinden kaçmış gibi.
Yok, onu radyoaktif ayı ısırmış.

Neyse ki sakatlığını atlatmayı başardı. Peki Bernard King[1] o ağır sakatlığı yaşamasaydı bugün Magic&Bird, Jordan, daha doğrusu bahsettiğimiz ilk 10 civarında anılır mıydı?
Top 10 demeyeyim ama "gelmiş geçmiş en büyük skorerler" dediğimiz kategoride anılırdı: Jordan, Dominique Wilkins...
George Gervin, Jerry West...
Evet, skorer olarak çok büyüktü. Ama komple bir oyuncu olarak ilk 10'a girmesi... Bilmiyorum, sakatlanmış bir oyuncunun nasıl gelişim göstereceğini söylemek kolay değil ama bence onların bir kademe arkasında olurdu.
Dediğin gibi o kadar all-around değildi ama. Mesela 86 Finalleri'nde Larry Bird neredeyse triple-double ile bitirdi seriyi; 25 sayı, 10 ribaunt, 9.5 asist gibi rakamları var.
Tabii canım. Üstelik rakamlara yansımayanlar da var; liderlik karakteri, hücumu yönetmek... King efsane skorerdi ama liderliği, oyunun diğer alanlarına etkisi çok değerli olmasına rağmen top 10 seviyesinde değildi.

Lig tarihinde sakatlanmasına en çok üzüldüğün oyuncu hangisi?
Off... O kadar çok var ki...
David Thompson[2], Bill Walton[3]...
Walton, Bird. Tamam artık kariyerinin zirvesi değildi ama sonbaharı iyi geçiremedi Bird.
Abi 89'da yalnızca 5 maç oynayabildi Larry Bird ya.
En sevdiğim oyuncu olduğu için Bird herhâlde. Fakat beni esas en çok yaralayan sakatlık değil ama Reggie Lewis olmuştu. Reggie Lewis hayatını kaybettiği zaman ağlamıştım. Ölümü, sporun acımasızlığının göstergesi. Boston'lıyımdır ama ölümüne katkıda bulundukları da gerçek. Orada nefret etmiştim tüm olan bitenden. Yıllarca all-star olabilecek bir oyuncu olması yetmezmiş gibi süper de bir karakterdi. Hiç unutmuyorum, 1990'dı galiba; Bird ve McHale'in kariyerleri sakatlıklarla erozyona uğramış, Parish yaşlanmış... Takımı Reggie Lewis'in sürüklediği belli artık. Bir playoff maçı, Celtics bir sayı geride. Son top Reggie Lewis'e geliyor, şutu olduğu hâlde Bird'e veriyor ve basket bulamadıkları için kazanamıyorlar müsabakayı. Maç sonrası soruyorlar: "Niye atmadın, oyun sana çizilmemiş miydi?" Cevap veriyor: "Orada Bird varken atamam, olmaz." Çok iyi bir karakterdi, çok. Oynayamaz raporu verildiği hâlde Boston Celtics başka bir hastaneden rapor alıp oynatmıştı Reggie Lewis'i ve Lewis maalesef sahada hayatını kaybetti.
Dur abi, kötü oldum. Bir dakika bekleyelim.
Ben de kötü oluyorum ne zaman hatırlasam.
Celtics ve ölüm demişken, Len Bias hakkında ne düşündüğünü sormuşlar ama o zamanlar kolej maçları izlemiyordun herhâlde.
Bir tane maçını izlemiştim, bize kolej maçları da geliyordu. Tabii oradan çok net veri alamıyorsun ama onunla ilgili hikâyeleri biliyorum. Hakikaten çok büyük yetenekmiş. Her zaman söylediğim bir şey var: yeteneğin performansa dönüşmesi karışık bir süreçtir. Nice yenetekli oyuncu sayarım sana, nice süper yetenek. Yine de Len Bias hakikaten efsane standartlarına çıkabilecek bir potansiyele sahipti. Fakat draft edildiği gecenin ertesi günü kokain komasından gitti.

Zaten 70'lerden 80 ortalarına dek modaydı kokain. Mesela David Thompson sürekli kullanırmış.
Zaten ben hep milat kabul ederim 80'de Bird&Magic'in lige girmesini. Ondan öncesi rezalet. Hele 70'ler silme rezillik; the cocaine league diye dalga geçiliyor. Darryl Dawkins Chocolate Thunder isimli kitabında anlatıyor, inanılmaz. Okursan görürsün, tam komedi.
"Bir avuç uyuşturucu bağımlısı zenci" derlermiş hatta. Ligin imajı korkunçmuş.
Facia. 80'lerin ortasına dek, Magic&Bird etkisi hissedilmeye başladıktan 3-4 sene sonra bile NBA Finalleri banttan, gece yarısından sonra yayınlanıyor. Hakikaten NBA'in hiç değeri yok 80 öncesinde. 60'lar evet, biraz ilgi var. Fakat 60'ların ortasından 80'lere dek korkunç, kimse NBA ile ilgilenmiyormuş.

63'de galiba ilk kez Finaller canlı yayından kaldırılmış. Üstelik 62 Finalleri'nde çok acayip performanslar var; Baylor'ın 61 sayısı, 7. maçta Russell'ın 30 sayı+40 ribaundu... Ona rağmen yayından kaldırılıyor.
Tam hangi senede kaldırıldığını hatırlayamadım şimdi ama NBA gerçekten Amerika'nın hiç önemsemediği bir organizasyon. İşte Bird&Magic'in yaptıkları en önemli şey bu. NBA'i önemli, değerli, keyifli bir hâle dönüştürüyorlar. Tamamen bataklığa saplanmış bir yapıyı değiştirmekten bahsediyorum. Kazanmaya odaklanmaları, iki sancak gemisi kulübe gidip takımlarını taşımaları... Bütün ligin algısını, hatta bizzat organizasyonu değiştirdiler[4].

_______________________________
[1]Bernard King 1985'te, kariyerinin zirvesindeyken, 32.9 sayı ortalamayla oynarken sakatlandı. YouTube'da sakatlık videosu var. İçim acıdığı için linkini buraya koyamadım.


[3]Mesela normal sezonda oynadıkları maçları karşılaştırıp isyan çığlıkları atınız: Kareem 1560; Hakeem 1238; Shaq 1207; Wilt 1045; Russell 963; Walton 468 (WTF!)... 1 kere MVP olan Walton sakatlıklar sebebiyle yalnızca 2 kere all-star olabildi. Bilgisayarı kırmadan önce bu korkunç dipnotu bitiriyorum.

[4]Röportajın geri kalanı hakkında heyecanlandırıcı bir şeyler anlatacaktım ama lüzum yok. Kaan Kural'ın sonraki cümlesini söylesem yeterli: "...ve onlardan sonra gelen adam ligi tamamen başka bir noktaya getirdi: Micahel Jordan." Bekleme yapmadan ikinci kısma geçmek için

Wednesday, May 30, 2012

Batı Finali ve Birkaç Haber

OKC vs Spurs
Normal sezonda en az faul yapan ikinci takım Spurs. Thunder ise üç silahşörlerin forse ettiği hücumlarda sürekli çizgiye gidiyor (ligde ikinci sıradalar.). Hatta hem Harden, hem Westbrook, hem de Durant tüm ligde en çok serbest atış kullanan 10 oyuncu listesinde (oha!). 25'ten az faul kullanmaları OKC için kötü haber. Tabii hakemlerin sert basketbola izin vermeleri de önemli ama Spurs fiziksel müdahaleden kaçınmayı başarıyor (4. çeyrek öncesi Harden mesela. Tam dripling üstünden potaya yönelip Paul Piercevâri bir soğukkanlılıkla faulü alacakken dengesini kaybettiğiyle kalıyor yalnızca.). En azından üçüncü çeyrek ortalarında maçın cılkı çıkana dek (Hack-a-Splitter) bunu iyi başardılar.

Spurs'un eskisi gibi elit bir savunma takımı olmadığı malum ama hâlâ çok etkililer. Herkes playoff'lar boyunca OKC gibi atlet bir takımla karşılaşmadıkları için zorlanabileceklerini düşünüyordu ama Thunder da ilk iki turda böylesine akıllı savunma yapan bir ekibe toslamamıştı.

Tony Parker. Normal sezonda perdeyi kullanıp orta mesafe şutları ve penetreleriyle OKC ve Westbrook'u moleküllerine ayırmıştı. Dün gece de muhteşem oynadı (21'de 16'yla 34 sayı). Tabii kullanılan perdeler ve alan paylaşımının etkisi büyük. HER HÜCUMDA BOŞ ŞUT BULUYORLAR. Büyülenmişçesine ekrana bakakaldım.

OKC Sefolosha ve Ibaka'yı kenara alıp 4 kısayla (D-Fish dahil) hücum yapmaya çalışıyor ama savunmada başarılı olmadan Spurs'u mağlup etmek mümkün değil. Hücum yarışının tek galibi olabilir: gezegende en iyi hücum eden takım. Mesela OKC ilk yarıda tam 10 hücum ribaundu almasına rağmen 11 sayı geride kalmıştı. İkinci yarıda rakibin ritmini bozmak için tek çözüm bulabildiler: Hack-a-Splitter. Uyuz oldum, gıcık oldum, ifrit oldum... ama Gregg Popovich'in başına gelince pek üzülemiyorum maalesef. Basketbolun dip noktasına şahit olmak için aşağıdaki videoya gidiyoruz.
Taktik fauller Spurs'un ritmini yok edince fazladan 10 dakika heyecan yaşadık (ve OKC olası 30 sayılık mağlubiyetten kurtulup moralini tamamen yitirmedi.). Fakat 4 kısaya döndüklerinde Thabo yerine D-Fish'le oynayacaklarsa savunmada sağlam durabilmeleri mümkün değil. Ayrıca Kevin Durant iyi oynuyor, hoş oynuyor da sanırım kariyerinde ilk kez nasty olmalı.

Birkaç Haber

Donald Sterling, karşılıklı iyi ilişkiler içinde olduğu VDN ile devam kararı aldı. Sterling kod adlı salatalık turşusunun VDN az maaş aldığı miçin sözleşmedeki opsiyonu kullandığı söyleniyor ama o kadar da değil.

Dennis Rodman nafaka ödemediği için 104 saat sosyal hizmet cezasına çarptırıldı. Sene başında kulaktan kulağa dolaşan garip dedikodular vardı; iflas etti, parası kalmadı... Fakat hepsi fos çıktı. Hapis cezasından ucuz yırttığı söyleniyor.

15 sene önce bugün (29 Mayıs) John Stockton son saniye basketiyle Rockets'ı devirdi. Stockton'ın kritik anlarda yolladığı 3'lükler deyince akla tonla şut gelir. Mekanikleştirdiği özelliklerinden yalnızca biri. Hayatta bazı şeyler var, gerçekleşeceğini bildiğiniz hâlde engelleyemezsiniz; Mesut Yılmaz konuşmalarının yarısı "ıııh" seslerinden ibarettir, VDN son hücumu çizemez, Stockton topu sürer ve birdenbire durup 3'lük atar... Peki 15 sene önceki şutu özel kılan ne? Jazz tarihinde büyük efsaneler var: Maravich (Pistol hakkındaki korkunç istatistik: yalnızca bir kere playoff ilk turunu geçebildi.), Dantley... Fakat takım asla Finaller'e ulaşamamıştı; tâ ki Stockton'ın Konferans Finalleri 6. maçında yolladığı efsanevî 3'lüğe dek. Stockton sayesinde asla finallerde Hakeem'i (Üstelik yanında Barkley ve Drexler varken) Jordan'a karşı seyredemeyecek ama bu soğukkanlı, robota benzeyen sıradan adamı belki de ilk defa sevmeyi öğrenecektik (Post niye bu kadar romantik bitti, ben de anlayamadım.).

Monday, May 28, 2012

Haberler... Haberler...

Pazartesi, salı bütün gün işim olduğu için blog'la pek uğraşamıyorum. Kısa kısa notlar geçeceğim.

OKC Durant'i 4 numaraya çekince tüm skorerlerini sahaya sürme şansı yakalıyor. Normal sezonda Spurs'e karşı en başarılı dakikalarını kısa 5 ile yaşamışlar: +19. Dün akşam Spurs pota altından sürekli cezayı kesti. Yalnızca Splitter ve Duncan'dan bahsetmiyorum. Her yere uzanıp sürekli blok kovalayan Ibaka olmayınca Ginobili penetrelerini durdurmak imkansız hâle geldi. Önümüzdeki maçlarda Brooks daha maçın başında kısa 5'e dönmeyecek muhtemelen (Tabii Spurs Bonner'ı sahaya sürünce Ibaka etkisini törpülüyor zaten.).

Hakemler maçın sert geçmesine izin verdiler. Dördüncü çeyrekte serbest atışlarla skora tutunmalarına rağmen OKC kısaları istedikleri kadar düdük bulamadı.

James Harden (%50 Ginobili, %30 Paul Pierce, %20 sakal) ve Ginobili'nin birbirlerine ne kadar benzediklerinden bahsede bahsede belamızı bulduk. Dün akşam hem estetik, hem de teatral anlamda çok acayip bir hareket gerçekleşti: double flop.
                       
Spurs ilk yarıda çılgınca top kaybetti. Playoff'larda genç ve mega atletik bir takıma karşı oynamadıkları için (Grizz gibi topa baskı yapan bir takımla da karşılaşmadılar.) biraz daha tembel paslara alışmışlar. OKC bir hafta içinde kafasını dağlara taşlara vurmakla meşgul olacak muhtemelen. 8-0'la gelmiş Spurs'u San Antonio'da yenmek, saha avantajını çalmak için en büyük (belki de tek) fırsatı kaçırdılar.


Los Angeles ve Staples Center'daki maç trafiğinden bahsetmiştim. ESPN geçtiğimiz hafta hakkında şöyle güzel bir afiş hazırlamış (Bu arada NFL sezonunun başlamasına aylar var ama Los Angeles'ta futbol takımı yok zaten. Sebebini bilmiyorum, bilen varsa beri gelsin.).

Sunday, May 27, 2012

Spurs vs Thunder

Bu akşam Dünya basketbolunun zirvesine tırmanacağız. Gezegende en iyi basketbol oynayan takımla, en güçlü kadroya (muhtemelen) sahip olan takım karşılaşacak.

Spurs alan paylaşımında garip bir organizmaya dönüşmüş durumda. Durdurulamaz bir makineymişçesine ilerliyorlar. Skor konusunda seri üretime geçmişler adeta. Maşallah. Hem eskisi gibi defansif olmadıkları, hem de playoff'larda rakip tanımadıkları için 15 senedir ilk defa San Antonio'nun oyununu sevmeyi öğrendik. Artık huzur içinde ölebilirim.
Yetenek, derinlik, karakter kriterleri ele alındığında bence OKC şu an Dünya'daki en iyi kadroya sahip; başı arşa değmiş süperstar (Durant), süper side-kick (Westbrook), olağanüstü savunmacı uzunlar (Ibaka: yardım savunması ve blokta aşmış bir isim. Perkins: epik birebir savunmacı. Collison: her iki alanda da şahane.), elit dış savunmacı (Sefolosha), kenardan gelen Harden...

Gençler ve yaşlılar, hatta takım ve bireysellik karşılaşacak ama takımlar arasında garip benzerlikler de yok değil. Spurs maç başı 103,5 sayı atıp (ligde 2. sıradalar), 96,5 sayı yiyor (16. sıra); Thunder ise bulduğu 103 sayıya (3.), karşı 96 yiyor (17.). Lig sıralamaları neredeyse eşit. Hatta yeni istatistiklere bakınca savunma verimliliğinde 10. sırayı paylaştıklarını görüyoruz. Peki ribaunt? Biri onbirinci, diğeriyse onikinci.

Krallar ve Parker vs Westbrook
Thunder savunması, pırpır guard'ları durdurmakta zorlanabiliyor (Parker 42 sayı göndermişti normal sezonda.). Mavs ve Lakers'ta böyle bir oyuncu yoktu. İlk kez bir deliciyle, üstelik bu işin padişahı olan Parker'la karşılaşacaklar (Unutmadan, Pick&roll'de Parker'ın Thunder'a karşı neler yaptığını Zach Lowe'dan okumak [İngilizce] için buralara bir yerlere tıklayın.).

Perdeyi kullanıp orta mesafeden şut gönderdiğinde Westbrook'un ne kadar tehlikeli olduğunu Lakers serisinde gördük (switch yapmadılar, yaptılar... pek fark etmedi.). Bu serideyse Westbrook'un driplinglerine karşı duracak kadar güçlü bir rakip oyuncu bulmak zor. Parker? Green? 34 yaşına gelmiş Captain Jack? Green ile Westbrook boğuşursa, sahadayken Harden'ı kim tutacak? Buradan daha da garip bir soruya geçiyoruz: Durant'le kim eşleşecek? Kawhi Leonard normal sezonda fena iş çıkarmamıştı ama playoff'larda işler biraz farklı; hele ki savunmacı alternatifiniz (yaşlı Jackson, Diaw?) yoksa.
Durantula, Bilim Tarihindeki En Ölümcül Deney Kazası

Duncan'ı muhtemelen Perkins savunacak, Ibaka ise yardım savunmacısı olarak bloklara konsantre olacak. Üstelik Ibaka da Collison gibi belli bölümler Duncan'ı müdafaa edebileceği için bu seride Duncan'dan beklentileri çok yükseltmemek gerek (Tabii böyle konuşuyorum ama Spurs'un yaptığı pick&roll'ler ve alan paylaşımı sayesinde boş şutlar bulmaması imkansız.). Önemli olan Duncan'ın ribauntlarını sınırlayabilmek.

İlk bakışta Spurs'u zorlayabilecek tek şey var: skorer pota altı. Batı'da, hatta tüm ligde Spurs'un kıçından soğuk terler akıtabilecek iki pota altı mevcut: Lakers ve Grizz (twitter'da süper bir yorum okumuştum: "CP3 önce Memphis'i devirdi, sonra sakatlandı. San Antonio sana kurban olsun."). Thunder uzunları yalnızca ve yalnızca müdafa yaparken özel olabiliyorlar (Tamam, ucundan kıyısından Ibaka var.). Bu sayede Bonner ve Diaw daha fazla süre şansı bulabilirler. Bonner'ın 3'lük silâhı da Thunder pota altını açacak elbette (Bu arada pota altında skor üretemedikleri için Durant'i 4 numaraya atıp kısalmak OKC'nin de işine gelebiliyor bazen.).

Ginobili vs Harden
1. Her ikisi de solak.
2. Her ikisi de all-star seviyesinde ama bench'ten gelip oyunu forse ediyorlar.
3. Westbrook muhteşem bir basketbolcu. Durant ligin en acayip hücumcusu ve önümüzdeki 10 senenin bayrak adamlarından biri (Sakatlanırsa arkadaşlarla el ele tutuşup Taksim Meydanı'nda kendimizi yakacağız.). Fakat Thunder cephesinde en zeki oyuncu Harden. Ginobili mi? Ginobili zaten Ginobili.
4. İkisi de atletik olarak hem overrated, hem underrated. Çılgınca atletik olmamalarına rağmen aşmış basketbol iq'ları sebebiyle çılgınca atletikmiş gibi görünüyorlar. Tabii bazen yavaşmış hissi verdikleri için atletik olmadıklarını söylemek de süzme salaklık.
5. Her ikisi de sevilen oyuncular.
6. Dripling (bkz. Euro Step), turnike, pas, şut... Üsluplarındaki pek çok ortak yönü anlatan eğlenceli bir video için vakit kaybetmeden aşağı bakın
                        

Yönetim
Benzerlik: Sam Presti'nin Spurs organizasyonundan geldiğini daha önce de söylemiştim. Tony Parker'ın seçilmesinde büyük rol oynadığı söyleniyor. Zamanın onu haklı çıkardığı belli. Tıpkı Harden konusunda olduğu gibi (2 senedir Evans veya Curry seçiminin daha doğru olacağı konuşuluyordu. Sebebini bilmiyorum ama ben ne kadar yavaş başlamış olsa da Harden'ın çılgınca gelişeceğini düşünüyordum. Gerçi 2 senedir Evan Turner'dan da benzer bir gelişim beklediğim için beni çok ciddiye almasanız da anlarım.). Her iki takımın da iyi karakterli oyunculardan oluşması rastlantı değil.

Farklılık: Scott Brooks'un iyi bir insan olduğunu, Thunder takım kimyasına ve oyuncuların gelişişmine katkısı olduğunu biliyorum ama 1 saniye... Gregg Popoviç vs Scott Brooks? Yani Platon vs Mustafa Topaloğlu, yani 32 playoff maçı vs 189 playoff maçı. Yani Gregg Popovich 99'da Lakers koçu Kurt Rambis'e ne yaptıysa, Scott Brooks'a da aynı muameleyi münasip bulacak muhtemelen.

Şampiyonluk Yüzükleri (1980-2011)

 

Saturday, May 26, 2012

Bir Takım Dedikodular


Bobcats
Bobcats'te yeni koç kim olacak? Zilyon tane isim var: Nate McMillan, Dave Joerger, Nate Tibbets, Stephen Silas... Fakat özellikle iki isim dikkat çekiyor:
Patrick Ewing; twitter'da şahane bir yoruma rastladım: "Jordan'ın 20 senelik Patrick Ewing'i yok etme planının son aşaması."
Jerry Sloan; Jordan+Sloan? MJ Wizards'ta Bryon Russell ile bir araya geldiğinden beri böyle abuk subuk bir hisse kapılmamıştım.

Lakers
Magic Johnson playoff'lar başladığından beri Mike Brown'ı eleştiriyor: "Hücumdan bîhaber, Gasol'u kullanmayı bilmiyor, Bynum'ı küstürdü..." Mike Brown kalacak gibi görünüyor ama Los Angeles'ta herkes Kobe'nin etrafında kurulacak daha genç ve atletik bir takım hayal etmekle meşgul. Magic rastgele takas senaryolarından bahsetmiş: "Gasol ligdeki en yetenekli uzunlardan biri, pek çok oyuncuyla takas edilebilir. Mesela Josh Smith. Üstelik Dwight Orlando'dan ayrılmak istiyorsa, Magic yönetimi Bynum'dan daha iyi bir uzun bulamaz." Zaten Mitch Kupchak de takas yapmak için geçen seneye göre çok daha agresif olacaklarını söyledi.

Knicks
Knicks'in Phil Jackson ile anlaşmaya çalıştığı konuşuluyordu. Geçen sene Jackson'ın bingo oynayan dedeler gibi kenarda oturup Lakers'ın süpürülmesini izleyişini herkes hatırlıyor. Hem ruhen, hem fiziken NBA koçluğunu sürdürecek enerji ve arzusu kalmamış gibi görünüyordu. Tabii söz konusu New York olunca herkes akıl&mantık ikilisini bir kenara bırakıyor: "Oyuncu olarak yüzük kazandığı camiayı 40 sene sonra şampiyonluğa taşıyacakmış... 12 sayısı metafizik anlamlar içerdiği için 1 yüzüğe daha ihtiyacı var... Lige dönmeye hazırmış... 50 yaş gençleşmiş..." Phil Jackson şu sıralar hamakta sallanıp adaçayı, kenevir, peyote falan fıstık içiyor bence.
Zaten Knicks yönetimi Mike Woodson ile sözleşme yapmaya karar verdi. James Dolan'ın açıklamaları şöyle: "Mike'ın takımımızı geliştirdiğini ve koçluğa devam etmesi gerektiğini gördük." Woodson normal sezonu 18-6 gibi şahane bir yüzdeyle tamamlamıştı (Lig tarihi boyunca sezon ortası takımı alan koçlar arasında en iyi ikinci galibiyet/mağlubiyet istatistiğiymiş.). Tabii başarının pek çok farklı sebebi var; Carmelo'nun hayvanî performansı ("Artık kendimi tamamen takıma vereceğim." Sapık mısın Melo, daha önce niye vermiyordun?), sakatlıklar sebebiyle sahaya çıkan savunmacı 5...

Florida
SVG'yi kovan Orlando Magic hakkında birkaç kelime: Nate McMillan, Brian Shaw, Paul Silas... ve... (bekleyin, bekleyin, bekleyin...) Phil Jackson. Bravo! Kimsenin aklına gelmemişti.

Spoelstra hakemleri eleştirdiği için 25.000 $ para cezasına çarptırıldı. Pacers üçüncü maçı kazanınca Spoelstra'nın gideceği konuşulmaya başlanmıştı bile. LeBron&Wade ilk defa herkesin beklediği garip organizmaya dönüşünce dedikodular rafa kalktı.

Maçı nasıl domine ettiklerini rakamlarla anlatmak imkansız. Yalnızca iki kişi maç yapıyormuşçasına dalga dalga Pacers'ın üstüne gittiler. Derin bench'e sahip olan Pacers müdafaada herkesi deniyor ama LeBron&Wade Bizans kalesine dalmış Kara Murat gibi önlerine geleni yok ediyordu. Yalnızca hücumdan bahsetmiyorum üstelik. Bosh'u kaybedince takımın uzun rotasyonu büyük abdest kıvamına geldiği için rakip uzunları rahatsız etme görevini de üstlenmişlerdi.
4. maç: %54'le 70 sayı, 27 ribaunt, 15 asist
5. maç: %64'le 58 sayı, 13 ribaunt, 10 asist (Tabii bu maç 32 sayı farkla bittiği için son dakikalarda oynamadılar.)
6. maç: %60'la 69 sayı, 16 ribaunt, 10 asist
Lance Stephenson henüz 3. maç bitmeden ellerini boğazına götürüp choke hareketi yapmış ve LeBron'un nefesinin kesildiğini anlatmaya çalışmıştı. Kozmos bu çocuğa sakinlik bahşetsin.

Bird
Larry Bird Pacers'taki görevini bırakıyor. Herhangi bir mevkide uzun süre kalmaktan hoşlanmadığını defalarca söylemişti zaten. Tablo şöyle: En iyi çaylak (1979), MVP (1984/85/86), Finaller MVP'si (1981/84/86), Yılın Koçu (1998), Yılın Menajeri (2012). Buradan herkese gözdağı veriyorum: Be clever!


Clippers
Vinny del Negro'nun kontratında takım opsiyonu var. VDN ile Sterling'in arası iyi ama opsiyonun kullanılmayacağı konuşuluyor. Sezon içinde bile CP3'nin başka bir koçla çalışmak istediği, yönetime baskı yaptığı yolunda dedikodular çıkmıştı. Düşündükleri isimlerin başında Scott Brooks (Thunder ile yeni kontrat imzalayıp imzalamayacağı playoff sonrası belli olacak.)  geliyormuş. Sessizce huzurlarınızdan ayrılıyorum.
-Bunlara 'oyun' deniyor
+Anlayamadım
-Sahada nereye gitmemiz gerektiğini anlatıyor; boş adamı nasıl buluruz, kim şut atacak... Bunun gibi şeyler.
+'Taş kağıt makas'a ne dersin?

Junkyard Dog

                                      

Friday, May 25, 2012

Bir Hanedanın Yıkılışı

Hele şükür tercümeyi bitirebildim (Bir ara hiç bitmeyeceğini, ebediyen bu kitabı çevireceğimi sanmıştım.). Her zamanki gibi ucundan kıyısından kırptım biçtim, böldüm yönettim. "Hangi zaman" diye düşünüyorsanız, muhtemelen yazı serisinin diğer bölümlerini okumamışsınız demektir. Vakit kaybetmeden,
Birinci bölüm: Bir Hanedanın Şafağında
İkinci bölüm: Muhteşem Üç Yıl

Shaq'in gözünden Lakers Hanedanı bittiğine göre vakit kaybetmeksizin playoff heyecanına geri dönüyoruz. Başka bir çeviride görüşmek üzere. Beni bekleyin anacığım.

Mağlubiyet
3 farklı ameliyat seçeneğim vardı; daha önce denediğim ama işe yaramayan küçük bir operasyon, beni birkaç ay basketboldan uzak tutacak standart ameliyat ve balerinler için kullanılan, rahatsızlığı tamamen yok edecek uzun bir tedavi. Son seçeneği kabul etmek istemiyordum. 6 ay boyunca oynamamak kulağa korkunç geliyordu çünkü. Phil Jackson ise ısrar etmişti: "Sakatlığın çok ciddi ve zıplamanı engelliyor. Vücudunun diğer bölgelerine çok yük biniyor. Eğer bu işi hâlledersen 40 yaşına dek oynayabilirsin." Keşke Phil'i dinlemiş olsaydım. Kazanıyorduk. Tedavi süreci gözümde büyüyordu: tam 6 ay. Kontratımı uzatmak için yaptığımız görüşmelerde ilerleme kaydedememiştik üstelik. İkinci seçeneği kabul ettim. Yardımcı oldu mu? Biraz. Fakat sakatlığım asla geçmeyecekti.

Hem karar vermek, hem de doğru doktoru bulmak epeyce zaman aldı. Ameliyat için yaz mevsiminin sonlarına dek bekleyecek ve sezonun ilk 12 maçını kaçıracaktım[1]. Harekete geçmekte niye bu kadar geciktiğimi soran bir gazeteciye şöyle söylemiştim: "Basketbol sezonunda sakatlandığıma göre, basketbol sezonunda iyileşeceğim." Phil memnun olmamıştı; tabii Jerry Buss da. Söylediğim en zekice cümle değildi muhtemelen.

Sezona 11-19'la başlamamıza rağmen toparlanıp 50 galibiyete ulaştık. Fakat Spurs'e elenecektik. Soyunma odasına sessizlik hakimdi. 3 şampiyonluk kazanmış ve birdenbire eski hikâye olmuştuk. Yaz öncesi Kobe ile mahalleli arkadaşlar gibi kucaklaşıp ayrıldığımızı hatırlıyorum.
Aramızdaki inişli çıkışlı ilişkiye rağmen kazanmak için birbirimize muhtaç olduğumuzu biliyorduk. Geçmişe dönüp Kobe hakkında yaptığım eleştirilere göz atın; bir kere bile çocuğun oynayamadığını söylemedim. Kobe'yle benim hakkımdaki en çılgın şey, antrenmanda asla sorun yaşamamış olmamız herhalde. Sahaya çıktığımız an, tüm probemler yok olurdu. Gazeteciler sürekli bir diğerimiz hakkında sorular sorar, bizi kışkırtmaya çalışırlardı. Peki sonuç? Yüzükler, şampiyonluklar, efsane statüsü...

Kobe ve ben farklıydık. O, büyük olmayı obsesyon hâline getirmiş, tam anlamıyla hırslı bir insandı. Ben de büyük olmak istiyordum elbette. Fakat hayatta başka şeylere de önem veriyorum. Kobe'yi hem çok özel, hem de çok sinir bozucu yapan o mutlak konsantrasyon bende yoktu.

Çöküş
Dürüst olacağım. Çocuğun bir geek olduğunu, odasında sürekli bir şeyler okuyup çalıştığını (SAT sınavından tam puan mı ne almış.) sanmıştım. Colorado vakası gerçekleştiğinde bu yüzden şok olmuştum. 2003 yaz aylarında Jerome[2] yanıma gelip heyecanla konuşmaya başladı: "Ne duyduğuma inanmayacaksın." 19 yaşındaki bir kızın Kobe'yi, otel odasında kendine tecavüz etmekle suçladığını anlattı. İnanamamıştım: "Ciddi misin yoksa beni kandırıyor musun Jerome?" Böyle bir olaya karışabileceğini asla tahmin edemezdim çünkü.

Olayın en şaşırtıcı yanı, Kobe'nin kampa katıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi davranmasıydı. Yalnızca fazladan birkaç bodyguard tutmuştu ve biraz daha hırslı oynuyordu. Kobe; elindeki kartları asla göstermeyen, sürekli poker face takınan bir adam.

Haberleri duyar duymaz Jerome ile Kobe'ye mesaj yolladım: "Evimin kapıları ardına kadar açık. Medya baskısından uzaklaşmak istediğinde ailenle beraber benim evimde kalabilirsin." Jerome ile konuştum: "Neye ihtiyacı olduğuna, neler yapabileceğimize bir bak." Jerome birkaç kere aramış olsa da ses soluk çıkmadı.

Tesislerde Kobe'yi görünce hiçbir şey söylemedim. Belki de hatalıydım. Aslında onun bir şeyler söylemesini bekliyor, özel hayatına burnumu sokmak istemiyordum. Vakti geldiğinde yaşananlardan bahsedeceğini düşünmüştüm ama asla konuşmayınca yalnız bırakmayı tercih ettim. Tabii daha sonra Kobe'ye daha fazla yardım teklif etmediğim için üzüldüğünü duyacaktım.

Kameralar karşısında konuşmamaya özen gösteriyordum[3]. Ciddi bir suçlamayla karşı karşıyaydık ve neler olduğuna dair hiçbir fikrim olmadığı için işin içine girmek istememiştim. "Yorum yok" dememle yetinmeyen gazetecilere kesin cevaplar veriyordum: "Yargı sürecine inancım tam. Kobe'nin bütün suçlamalardan beraat edeceğini umuyorum."

Birbirimizin küçük kusurlarını bulup atıştığımız onca seneden sonra ilk kez aramızda gerçek bir düşmanlık vardı. Kobe'nin açıklamalarında benden bahsetmesi de ilişkimizi iyi etkilemedi ellbette. Gazetelere göre polislere, benim başım ne zaman belaya girse insanları rüşvetle susturduğumu söylemişti. Çok acayip. Öncelikle hangi beladan bahsediyorsun? İkincisi, başım belaya girse bile nereden bilecektin ki? Asla benimle beraber takılmadın, asla.

2003/04 hazırlık kampında Kobe diz sakatlığından dönüyordu. Muhabirlere, "Kobe tam anlamıyla iyileşmeden önce skorerden çok pasör olmalı" dedim. Şimdi dönüp geçmişe baktığımda iğneleyici bir laf etmeye çalıştığımı anlıyorum. Eski alışkanlıklar... Tabii Kobe hemen geri ateş edecekti: "Kısaların oyununa karışma ve sahada durman gereken yerde bekle."

İşte Los Angeles'taki son sezonum böyle böyle başladı. Gerilimi hissedebiliyordunuz; sürekli birbirimize laf atıyorduk.

Bir yandan kendi meselelerimle uğraşıyordum. Lakers'ın kontratımı uzatmasını istiyordum ve taraflar birbirlerine bazı sözler vermişti. Eğer Karl Malone ve Gary Payton'ı daha az para karşılığında Lakers'a gelmeye ikna edebilirsem kontratımla ilgileneceklerini söylediler. Telefonda, gelecekte Hall of Famer olacak iki basketbolcuya yalvarmaya başladım; kolay olmayacaktı. Karl'ın Utah'ta hem manevî mirası, hem de masada bırakacağı birkaç milyon doları vardı. Gary Payton için de hayat çok farklı değildi. Fakat ben üstüme düşeni yapıp ikisini de ikna etmeyi başardım.
Lakers ise hiçbir hamlede bulunmadı. Kontratın gerçekleşeceğine dair hiçbir işaret yoktu. Sezon öncesinde Hawai'de bir maç yapıyorduk. Coşmuştum; attığım yaklaşık 30 sayı, taraftarla kurduğum bağ... Hissediyordum. Fade away'i gönderdim ve Jerry Buss'ın önünden geçerken bağırdım: "Bana paramı ver!" Hoşuna gitmeyecekti. Tepesinin attığını söyleyebilirim hatta. Onu rezil ettiğimi düşünmüştü.

Menajerim beni arayacaktı: "Shaq, böyle bir şey yapamazsın." Sadece eğlencesine takıldığımı söylmeme rağmen sakinleşmemişti: "Her şeyi mahvettin. Saygısızca davranmak pazarlıklara yardımcı olmayacak."

Sınıra dayanmıştım. Kontratım yenilenmeyebilirdi. Kobe ise hapse girme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Hıncımızı birbirimizden çıkarıyorduk. Sezon başlarken antrenör ekibi ikimizi de yanlarına çağırdı: "Medya önünde başka tartışma yok. Aksi taktirde her ikiniz de cezalandırılacaksınız."

Herkes ilişkimizin patlama noktasına geldiğinin farkındaydı. Mitch Kupchak ise asla bizimle ilgilenmemişti. Sürekli etrafta olan Magic Johnson tek kelime bile etmiyordu. Fakat Phil bıkmıştı. Karl Malone ve Gary Payton gıcık olmuşlardı. En sonunda teslim oldum: "Pekala, benden bu kadar, artık susuyorum."

Peki ne olsa beğenirsiniz? Kobe, bahsettiğim görüşmenin hemen ardından röpotaj verdi. Şişman ve formsuz olduğumu, ayak parmağımdaki sakatlığı bahane ederek daha fazla boş zaman istediğimi oysa sakatlığın ciddi bile olmadığını iddia etti (Tabii. Yalnızca kariyerimi bitirdi amk.). Üstelik iki Hall of Famer neredeyse bedavaya oynarken benim kontrat peşinde olduğumu söylemişti.

Oturmuş röportajı izlerken patlamak üzere olduğumu fark ettim. Birkaç saat önce koça söz vermiştik. Ateşkesin ihlali demekti bu. Herkese haber verdim: "Kobe'yi öldüreceğim."

O gece bizi durdurabilecek ender insanlardan biri olan Brian Shaw çaylak Devean George'dan bir telefon alacaktı: "Buraya gelmeni istiyoruz. İşler boka sardı. Shaq Kobe'yi yok edecek." B-Shaw emekliye ayrıldıktan sonra Lakers camiasında kalmıştı (Kuzey California'da scout ekibinde çalışıyordu.). Birkaç saat sonra Mitch Kupchak ve Phil de arayıp ertesi sabah tesislerde beni sakinleştirmesini söylemişler. Jerome olaylardan haberdar olunca sabahleyin erkenden beni almaya gelmiş ama evden çıktığımı öğrenmişti. Sabahları erkenden kalktığımda tehlikeli bir adam olduğumu biliyordu.
Brian Shaw tesislerde beni bekliyordu. Senelerdir benimle birlikte olduğu için ne zaman konuşmayı bırakıp yumruklarımı sıkacağımın farkındaydı. Brian'ı görür görmez lafa girdim: "Seni mi gönderdiler? Umrumda bile değil. Kobe'nin kıçına tekmeyi basacağım." İçeride, tiyatro dediğimiz odada beklememi söyledi ve Kobe'yi karşıladı: "Shaq seni öldürecek. Gördüğü yerde çanağını tokmaklayacak." Kobe hafifçe sırıtıp, "ne yani korkmuş olmam mı lazım" diye sordu. "Evet," dedi Brian, "bu defa ciddi."

Horace Grant ve Karl Malone, eğer kendimi kaybedersem fiziksel olarak beni engelleyebilmek için tiyatroya geldiler. GP bu iş için çok küçüktü ama Shaqobe dramasını kaçırmamaya niyetliydi.

Sonunda karşı karşıya geldik; birbirimize bağırıyor, lakaplar uyduruyor, lanet okuyorduk. Hareketlenmeye kalktığımda Brian araya girip ikimize de oturmamız gerektiğini söylüyordu. Önce benimle konuşmaya başladı: "Shaq çocukça davranıyorsun. Sezon öncesi Dampier'ın üstünden smaç basınca beyinsiz gibi davranıp Jerry Buss'a bağırdın: Ücretimi öde! Ve şimdi bu aptallığın geri dönüp kıçını ısıracak." Cevap vermek istedim: "Çünkü Jerry Buss kontratımı uzatacağını söylemesine rağmen harekete geçmemişti." Fakat B-Shaw konuşmama fırsat vermeden araya girip Kobe'ye döndü: "Shaq her sene dayak yiyor, senin de bildiğin gibi. Phil, yaz aylarında dinlenip vücudunu yenilemesini istemişti. Phil her zaman Shaq'in forma girmesi için kendine vakit ayırmasını söyler zaten." Şimdi sıra Kobe'deydi: "Fakat ben her yaz deli gibi çalışıyorum..."

B-Shaw tekrar sözü aldı. 2003 playoff'larında kaybettikten sonra medya önünde daha atletik ve genç olmamız gerektiğini söylediğimizi, kendisinin ve Robert Horry'nin bu sebeple işlerini kaybettiklerini anlattı: "Kendinizle öylesine meşgulsünüz ki hiçbirimizi düşünmüyorsunuz."

Şok olmuştum, B-Shaw haklıydı. Her ikisine de yeni kontrat önerilmemesine sebep olmuştuk. Yalnızca politically correct cevabı vermeye çalışıyordum oysa. Kobe B-Shaw'ı dinlemeye çalışıyordu ama kendini daha fazla tutamayıp bana baktı: "Her zaman abim olduğunu ve benim için her şeyi yapacağını söyledin. Fakat Colorado vakasından sonra beni asla aramadın."

Aramıştım. Herkes Jerome'un beni temsil ettiğini bilir. Jerome benim yerime Kobe'yi aradı -iki kez. Fakat asla telefonu açmamıştı. Cevap verdim: "Seninle konuşmaya çalıştık ama hepimizi uzak tuttun. Hiçbir şey söylemedin ve bu odadaki hiçkimse Colorado'da tam olarak neler yaşandığını bilmiyor."

Colarado'da neler yaşandığını bugün bile bilmiyorum. Kobe asla net olarak anlatmadı. Tüm bildiklerim gazetelere yansıyan raporlardan ibaret. Nihayetinde Kobe cinsel ilişki yaşadığını kabullencek ama zorlama olmadığını açıklayacaktı.

Bir şekilde buradaydık ve arkasında durmadığımız için Kobe'nin üzüldüğünü öğrenmiştik. Bu yepyeni bir şey işte. Zerre sikinde olmadığımızı düşünmüştüm. "En azından kameralar karşısında beni destekleyeceğini sanmıştım" dedi Kobe, "bir de arkadaşım olacaksın."

B-Shaw, "Kobe nede böyle düşünüyorsun ki," diye sordu; Shaq sürekli parti verir ama sen asla gelmezsin, deplasmanda seni defalarca yemeğe çağırdık ama asla gelmedin, Shaq seni düğününe davet etti ama oraya bile gitmedin. Hatta evlendin ve hiçbirimizi çağırmadın. Şimdiyse bu hassas durumun içine düştün ve hepimizin senin için harekete geçmesini bekliyorsun.Seni tanımıyoruz bile."
Bu sırada GP ve Horace ucuz laflar gevelemeye başladılar: "takımı kötü etkiliyorsunuz, yapmayın beyler..." Herkes sakinleşmeye başlamıştı. Tâ ki Kobe'ye, "eğer bir daha gazetecilerle böyle konuşursan seni öldürürüm" diyene dek. Kobe omuzlarını silkip, "neyse ne" dedi.

Karl dayanamadı: "Bu iş bitmeli. Hepimiz bu önemsiz ve aptalca olaydan bıktık. Daha az paraya sizin boktan muhabbetlerinizle uğraşmak için Los Angeles'a gelmedim."

En sonunda ikimizi kucaklaştırdılar. Birbirimizin sırtına ovuşturup ateşkes yapacağımıza söz verdik. Fakat o günden sonra Kobe mevzuu benim için bitmişti.

Her şeye rağmen sezon ilk 25 maçımızın 20'sini kazanarak başladık. Kobe her gün tecavüz davasıyla uğraşıyordu ve suçlamalar düştüğünde bile stresten kurtulamayacaktı. Her şeyi düzeltmek için çok garip bir yol seçmişti: İnsan sınırlarını zorlarcasına atabildiğini kadar sayı atmak. Elbette ki mutlu değildim. Belli etmemeye çalışsak bile ilişkimiz tamamen yıkılmıştı. Saha dışında maç yapar gibiydik. Kobe gazeteciler aracılığıyla bana laf atıyordu, ben de başkalarını kullanarak cevap veriyordum.

Phil asla bu konu hakkında uzun uzun konuşmadı. İki alpha dog'la uğraştığını biliyordu çünkü. İki çılgın adam. Fakat oynuyor ve kazanmayı başarıyorduk. Phil beni neyin ittiğini biliyordu: Kobe; Kobe iten şey de belliydi: ben. 4 sene boyunca bizi yalnızca 1 kere yanına çağırdığını hatırlıyorum.
Şubat ayında Lakers ile pazarlıklarımız çıkmaz sokağa girmişti. İki seneliğine 21 milyon $ teklif etmişlerdi ve böylesi bir teklifi kabul etmem mümkün değildi elbette. 3 kere Finaller MVP'si olduktan sonra 10 milyon $'lık bir ücret kesintisi yapmak ve yalnızca iki sene mi garanti etmek istiyorlardı?

Pekala. Deli gibi davranmaya başladım mı? Evet. Yaklaşımları suratıma atılan bir tokata benziyordu. İçten içe daha fazla para kazanabileceğimi bildiğim için tekliflerini geliştirmezlerse yaz aylarında takasımı isteyeceğimi söyledim.

Sene sonuna dek Kobe'yle başka bir büyük olaya karışmaksızın oynamayı başardık. Brian bizleri idare etmek için yanımızdaydı. Komik değil mi? Camiayı önemsediğini söyleyen onca lider ve efsane, asla ama asla  Kobe ve bana bir şey söyleyecek cesareti kendilerinde bulamadılar; Kareem, Magic, Kupchak... Yalnızca Brian Shaw bizimle uğraşabildi. 2011 olduğundaysa koçluk görevini ona vermeyi düşünmediler bile.

Birbirimizin damarına basmıyor olsak da bölünmüş bir takımda oynadığımız belliydi. Ya Kobe'nin adamı ya da Shaq'in adamı olmak zorundaydın. Hatta farklı antrenörlerimiz vardı. Eğer antrenman için Chip Schaefer beni kaydetmişse, Kobe Gary Vitti'yi kullanırdı. Çocukça şeyler. Anlattıklarım Los Angeles'taki son sezonum hakkında herkese bir fikir vermiştir umarım.

Ne olursa olsun normal sezondaki son 17 maçın 14'ünü kazandık. Tabii Karl Malone dizini incittiğinde şampiyonluk şansımız büyük yara alacaktı (Playoff'larda oynadı ama aynı adam olmadığı belliydi.). Ona sandığımızdan çok daha fazla ihtiyacımız varmış.

Spurs serisi 2-2 berabereydi. 5. maçın son saniyelerinde Duncan çok zor bir fade-away'i sayıya çevirince hepimiz şok olmuştuk. Artık 0.4 saniye içinde topu içeri sokup şut bulmalıydık. D-Fish. Panyadaki kırmızı ışığı görür görmez var gücümle soyunma odasına koşmaya başladım; şut iptal edilmeden önce oradan uzaklaşmak istiyordum.
                         
Finaller'deki rakibimiz belliydi: Detroit. Hem Kobe, hem de ben çok daha iyi bir takım olduğumuzu hissediyorduk ama nasıl oynayacağımızı unutmuş gibiydik. Üçüncü maçtan sonra bana yöneltilen bir soruyu hatırlıyorum: "Topu defalarca sana indirirler ve sen de her seferinde skor üretirdin. Fakat bunu unutmuş gibisiniz." "Evet," diyecektim, "işte hayat hikâyem."

5 maç sonra Pistons'a mağlup olduk. Neredeyse şok edici bir haber. Hiçkimse mutlu değildi. Daha o akşam bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Maç sonrası eşim Shaunie ile beraber otelde akşam yemeğine katıldık. Birdenbire içeri genelde böyle yemeklere pek gelmeyen Jerry Buss girdi. Kobe ve eşiyle konuşup gülüşüyor ama birkaç adım ötede oturan bizlere bakmıyordu bile.

1 hafta geçmemişti ki evde otururken Phil Jackson'la sözleşme yenilenmeyeceği haberini aldım. Shaunie'ye baktım: "Bitti."
Mitch kontratımı yenileyeceklerini ve hayat boyu Laker olacağımı söylemişti. Sonraki sahneye geçelim. Mutfakta oturup televizyonda Mitch'i seyrediyorum: "Shaq'i takas etmeyi düşünebiliriz." Lakers'la basit bir anlaşmamız vardı; pazarlıklar hakkında medyayla konuşmayacaktık. Ne ben, ne de onlar. Kontrat uzatma kararı alsak bile fikirlerimizi kendimize saklayacaktık. Fakat Mitch herkes Kobe'yle kesinlikle devam edeceklerini, benim için ise tüm opsiyonları gözden geçirdiklerini söylüyordu.

Bu kadar. Laker forması giydiğim günler o an bitmişti. Mitch anlaşmamızı bozmuştu ve artık ona güvenmem mümkün değildi. O sıralar Londra'da Wimbledon'ı izleyen menajerim Perry'i arayıp Mitch'in söylediklerini anlattım. Perry hemen Mitch'i arayacaktı.

Mitch, yalan söylemeksizin medyaya olanlardan bahsetmek istediğini anlattı: "Teklifimizi kabul etmediğiniz için Shaq'in takasını isteyebileceğimizi biliyor olmanız lazım."
"Fark etmez" dedi Perry, "buraya kadar."
-Nasıl yani?
-Mitch, 10 dakika içinde LA Times ile görüşeceğiz. 15 dakika içinde Orange County Register ile telefonda olacağız ve 20 dakika içinde ESPN'in son dakika haberleri yazan alt sekmesine bakınca ne demek istediğimizi anlayacaksın."

Aylar boyunca Mitch'in bana gelip konuşmasını bekledim: "Shaq artık yaşlanıyorsun ve bizim genç oyunculara ihtiyacımız var... Jerry Buss sana para ödemek istemiyor... Kobe seni burada istemiyor..." Fakat şimdi olanlar... Artık Mithc'e güvenemezdim. Artık Kobe'nin dizginleri elinde tuttuğu belliydi. Yarım saat sonra telefonum susmak bilmiyordu. Herkesin kendi fikri vardı. Bazıları Jerry Buss'ın "ücretimi öde" ve "iş sırasında iyileşeceğim" gibi laflar yüzünden beni istemediğini söylüyordu. Kimileri ekonomik sebepler öne sürüyordu; kimileriyse Kobe'nin beni ve Phil'i takımdan uzaklaştırmak istediğini. Kobe'nin bu işte parmağı var mı, bilmiyorum. Çok önemli değil. Eğer işleri yoluna koymak istesem başarabilirdim sanırım. Fakat egom ve onurum bunun için çok büyük. Üstelik Lakers için yaptığım onca şeyden sonra yalnızca iki seneliğine kontrat verecek ve maaşımın yarısını kesecekler miydi? Hayır. Kusura bakmayın ama olmaz.
İçten içe genç ve yaşlı arasında bir karar verdiklerini biliyordum; her zaman genç olanı tercih edeceklerini de. Orlando'da dersimi almıştım: sporda sadakat yoktur. Seni kullanır ve kenara atarlar. Şanlıydım ki hâlâ değerliydim.

Indiana'daki şovu Larry Bird sunuyordu ve kadrolarındaki herhangi bir oyuncuyu benim için verebileceklerini söylemişti. Isiah Thomas, New York'taki herkesi vermeye hazırdı ama elinde pek fazla değerli parça yoktu. Mark Cuban Nowitzki hariç herkesi takasta kullanmaya niyetliydi (Nowitzki onun adamıydı.). Fakat en iyi paketi Miami hazırlamıştı: Lamar Odom, Caron Butler, Brian Grant ve draft hakkı. Üstelik tekrar Florida'ya gitme fikri beni cezbediyordu.

Ömrüm boyunca Laker olarak kalacağımı sanmış ama yanılmıştım. Kobe'yle dişlerimizi birbirimize geçirmiş miydik? Evet. Sorunu başka şekilde halletmeli miydim? Muhtemelen. Fakat her yiğidin yoğurt yiyişi farklı. Ve benim tarzım işe yaramıştı; 4 finalde 3 şampiyonluk. Pişman mıyım? Hayır. Eğer Kobe bir daha benimle konuşmak istemiyorsa bile çok umrumda olmaz. Hem o, hem de ben zamanımızın en büyük one-two punch'ı olduğumuzu biliyoruz ve bu gerçeği hiçbir şey değiştiremez.
Orlando'da geriye dönüp bakmamam gerektiğini öğrenmiştim. Bakamazdım. Tekrar Florida'ya gidiyordum artık.
___________________________________________
[1]"Oynamamayı göze alamazdım... Ameliyat olmak için yaz sonlarını bekledim..." Ah be Shaq.

[2]Shaq'in meşhur koruması.

[3]Shaq özellikle aktivist kadınların tepkisinden çekindiğini, zaten PETA gibi pek çok örgütle problemler yaşadığını, onlarca gurubun peşini bırakmadığını söylüyor. Mesela Taco Bell ile çektiği birkaç reklam filminde, sürekli taco yediği için boyun problemleri yaşadığı anlatılıyor. Benzer bir boyun hastalığından mustarip olanlar Staples Center'a gelip Shaq'i protesto etmişler: "Ne saçmalıyorsunuz amk. Böyle bir hastalıktan haberdâr bile değildim."