Thursday, June 7, 2012

Kaan Kural Röportajı (2/2)

Magic&Bird NBA'i, hatta spor tarihini değiştirdi yani.
Evet. Hemen onların ardından gelen adamın etkisi de çok büyük: Michael Jordan. Magic&Bird NBA'i bataklıktan çıkardı, Jordan ise dağın zirvesine taşıdı. Tabii bazı uygulamalarını ne kadar eleştirirsek eleştirelim, David Stern'in payı da çok büyük. Hiçkimse yadsıyamaz.
Lig tarihinin en büyük komisyoneri olduğu söyleniyor zaten.
Keşke 3 sene önce bıraksaydı. 1984'ten, atıyorum 2004'e kadar getirip bıraksaydı keşke. Güç böyle bir şey; uzun süre elinde bulundurunca perspektif kaybediyorsun. Bizim siyasî hayatımızda, hatta Dünya siyasetinde de çok örneği var. Tabii ne olursa olsun yaptığı olağanüstü işleri değiştirmez.

Bu soru biraz spekülatif, biraz ütopik ve hatta anlamsız ama benim çok hoşuma gitti: NBA hâlâ 80 sonları ve 90'lardaki gibi sert oynansa (ve daha fazla adam adama olsa), hangi günümüz yıldızları vasatlaşır, hangileri azman olurdu?
Abi bu direk karakterle ilgili. Yürek denen kavram var ya; yürek koyabilecek ve koyamayacak olanları söylemek lazım. Mesela Vince Carter ve T-Mac bu seviyelere falan gelemezdi.
Vince Carter, başı ağrıyınca hastaneye gidip 2 gün müşahede altında kalan adam.
Bill Simmons onunla çok dalga geçer. 10. yılı sebebiyle WNBA tarihinin en değerli oyuncularını sıralarken Vince Carter'ı bir numaraya yazmıştı. Diğer taraftan da ben hep söylerim, bence gelmiş geçmiş en yetenekli oyuncuydu. Böylesine basketbol için yaratılmış bir vücut... olacak iş değil.
Keza parmak hakimiyeti...
Acayip. Top elinin bir parçasına dönüşüyordu. Ama 90'larda hayat çok zor olurdu onun için. Sertlikten sinen, baskı altında performansı çalkantıya düşen oyuncuların hepsi feci şekilde dökülürdü. Tabii oyuncuların fizik teması sevip sevmemesi de önemli. Mesela Tony Parker da şu anki etkinliğinde olmazdı. Pota altı oyuncuları için 3 aşağı 5 yukarı şu anki manzaradan çok farklı olacağını zannetmiyorum. NBA'deki çifte standartın görüldüğü yer orası çünkü. Tabii ki eskisi gibi değil, birbirlerini kırıp dökmüyorlar ama hâlâ fizikî temaslara izin veriliyor. Hatta abartılı şekilde izin veriliyor bazen. Esas değişim bence dış oyuncularda olurdu. Kobe hâlâ çok etkili olurdu bence, keza Wade. LeBron, fizikî kuvveti anormal olduğu için hemen hemen bu seviyeleri yakalardı muhtemelen. Başka... Paul Pierce. Gene çok başarılı olurdu; çok sever o işleri çünkü. Belki nazaran ince olduğu için Garnett'in kariyeri biraz daha düşük olabilirdi. Dediğim gibi, yürek ve fizikle alakalı.

Hazır konusu açılmışken, kıyaslamayla alakalı diğer sorulardan devam edeyim. Stockton mı, Nash mi, Kidd mi?
Stockton. Hiç tartışmam. Gelmiş geçmiş bir numaralı oyuncu kurucu benim için. Sadece basketbol için konuşuyorsak Magic'in bile önüne koyarım.
İstikrar abidesinin tanımı.
Ya Alman, ya Japon. Amerikalı olduğundan şüpheliyim. John Stockton biyonikti. Üstelik öyle bir el var ki adamda, resmen greyder kepçesi. Öyle el mi olur lan? Tabii en büyük avantajı da oydu zaten.
Peki Chris Paul mu, Deron Williams mı?
Az farkla da olsa Chris Paul. Williams'ın önemli fizikî avantajları olsa da Paul gibi bir... oyun kurucu demek az kalır oyun yöneticisi yok. Çok acayip. Gamepad'le oynuyor sanki. Üstelik şu an Dünya üzerinde maç topunu ondan daha iyi kullanan oyuncu yok.
Kidd'den çok daha iyi skorer, Nash'ten çok daha iyi savunmacı, takım arkadaşlarıyla ilişkileri Payton'a göre çok daha iyi, üstelik son anlarda öne çıkıyor. Mesela Deron Williams'da da aynı özellikler var ama kötü bir takımı playoff'lara taşıyıp, kritik maçlarda sürükleyebildiğini görmedik henüz. Hayalî bir takas olacak ama Amar'e'yi çıkarıp Knicks'e Chris Paul'u koysak; CP3, Iman Shumpert, Melo, mid-level 4 numara, geride de Chandler; bence şampiyonluk adayı olur.
Kesin. Güçlü bir aday olmasa bile olur. Hatta güçlü bir aday bile olabilirler. New York'un ilacı Paul hakikaten. Fakat tek dezavantajı var: fiziken biraz ufak kalıyor. Boyu en fazla 1.80 civarında. Ama çok çok ekstra bir adam.
Gerçi flop fenomeni yüzünden hem Paul, hem de Clippers'a karşı bir antipati başladı.
Her gülün bir dikeni var. Mesela Spurs. Basketbol adına bütün doğruları yapan bir takım ama onlar da gidip Hack-a-Shaq, Hack-a-Evans yapıyorlar. Yapacak bir şey yok. Keşke o diken de olmasa diyorsun ama oluyor işte.

Cevabı belli ama Paul Pierce mı Larry Bird mi?
Pierce'ı severiz ederiz de bu olmamış ya. Tamam, Toyota güzel araba ama Rolls Royce var abi diğer tarafta. Yanlış anlaşılmasın, Pierce çok değerli bir oyuncu ama... Bird... Larry Bird... Gelmiş geçmiş en sevdiğim oyuncu. O yüzden benim kıyaslamam zaten imkansız ama normalde de yapılacak karşılaştırma değil.

Klasik soru; cevap beklediğim için değil, muhabbetini yapalım diye soruyorum: Larry Bird mi Magic Johnson mı?
Bird. Ben Bird'cüydüm. Magic'in yaptıklarını takdir etmiyor değilim elbette. Fakat Bird tarafındaydım ben; ondan daha çok etkilenmiştim.
Ben de force'un Bird tarafındayım ama Magic Johnson'ın kariyeri biraz daha uzun sürdü, fazladan birkaç şampiyonluk kazandı. Larry Bird 1988'den sonra o seviyelerde oynayamadı mesela.
Doğru. Üstelik Magic de kariyerini HIV yüzünden bitirdi. Zaten sonlara gelmiştik ama kariyeri olması gerekenden biraz daha erken kesildi belki de. 1991/92 sezonunun hemen başında oldu HIV vakası. Ben de hiç unutmuyorum, olay açıklandığında lise sondaydım; duyar duymaz aklım çıkmıştı. Tabii o zaman bilgi akışı bugünkü gibi yoğun değil. Hiçbirimizin haberi yok. Açıklamanın[1] ertesi gün koç söyler söylemez kütüphaneye gitmiş, USA Today'de okumuştum. İnanamamıştım.
Öleceğini düşündün herhâlde.
Tabii tabii. O zamanlar HIV ve AIDS'e bakış açısı günümüzdeki gibi değil. Gelmiş geçmiş en büyük musibet olduğu düşünülüyor. Magic'in Dünya'ya yaptığı hizmetlerden biri de HIV'nin o kadar korkulacak bir şey olmadığını, ölüm fermanı anlamına gelmediğini ispatlaması. O zamanlar HIV lâfını duyan herkes vebalı görmüşçesine uzak durmaya çalışıyordu çünkü. Hastalığın toplum tarafından anlaşılması adına çok önemli bir figüre dönüştü Magic.
92 Dream Team'de aynı mesajı tüm Dünya'ya açıklamış oldular zaten.
Aslında önce 92 all-star'da oynadı. Hatta mırın kırın edenler, tartışanlar olmuştu ama Jordan, Isiah ve diğer önemli yıldızlar onunla karşılıklı oynamaya devam edince hastalıkla ilgili algının kırılmasında önemli bir mihenk taşını atlatmış olduk.

Gelmiş geçmiş en iyi 5 değil, en sevdiğin 5?
En sevdiğim... Zor ya, çok zor. Bird'i kafadan koyarım. Stockton, Olajouwon; 1, 3 ve 5 belli. Hmm... 2 numaraya Ray Allen'ı koyabilirim belki. 4 numara için... Ne bileyim çok düşünmedim ama Nowitzki diyeyim şimdilik. Çok severim Nowitzki'yi.
Sen zaten Ray Allen, Harun Erdenay gibi oyuncuları çok seversin: sakin güç, sessiz fırtına...
Aynen. Çok severim, çok; bayılırım. En sevdiğim oyuncu tipi.

En sevdiğin takım Celtics. Daha doğrusu her sene başka takımlara sempati besleyebiliyorsun. Mesela Indiana'yı seviyordun bu sene.
Benim beklediğimden daha dağınık oynamalarına rağmen başarılı oldular ama bu sene esas sempatim onlarlaydı. İnkar etmeyeyim. Seneye muhtemelen New Orleans'ı tutuyor olabilirim[2]. Eric Gordon etkisi büyük ama tek sebep o değil.
Bütün takımlar tanking'le uğraşırken onlar kazanmaya çalışıyordu.
İyi bir koçları var. Kendilerini odaklayarak mücadele etmeye, doğru basketbol oynamaya çalışıyorlar. New Orleans sempati listemde hızla yükselen takımlardan. Seneye tepeye bile çıkabilirler.

Peki en az sevdiğin takım?
Valla Washington temizlik yaptıktan sonra meydan Atlanta'ya kaldı galiba. DeMarcus Cousins etkisi yüzünden Sacramento da oralarda olabilir. Herifler sürekli maç kaybettikleri için çok göze batmıyorlar ama ben Atlanta'yla Sacramento arasındayım.
Tyreke Evans da çok sağlıklı bir bünye değil.
Kesinlikle değil. Takımın geneli garip zaten. Koç değişikliğinden sonra ceket verme hikâyleri falan... hiç sevmediğim tavırlar.
Sırf isminden dolayı Utah Jazz'i pek sevmiyorum ben. Aslında 90 sonlarında Bulls'u değil, Jazz'i tutardım ama o isimle nereye kadar abi? Jazz ismini azad etsinler; camiaya değil, şehre ait caz.
Salt Lake City mormon şehri olduğu için dalga geçerler hatta: "Ulan orada caz çalmak bile yasak."
Ben yeni isimler buldum bile: Utah Kutsal Kaseleri, Utah Havarileri... Sayı da tutuyor zaten, yeni 12 havari derler işte.
Her zaman kapasitelerinin üstünde basketbol oynadıkları için ben Utah'ı çok severim ama esas onları antipatik yapan seyircileri. Çok mide bulandırıcı işlere imza atıyorlar bazen. Derek Fisher'a yapılan göz kapatma hikâyesini biliyorsun.
Kızı göz kanserine yakalandığı için tedavi amacıyla Los Angeles'a taşındıktan sonra.
Evet, olacak iş değil. Ayıp artık, çok pis seyirci.
Sixers taraftarı da enginlere sığmaz taşar bazen. Mesela ilk turda Joakim Noah sakatlanıp yere düşünce bütün tribünler ayağa kalktı: "Oley!" Noah doğrulduktan sonraysa herkes yuhalamaya başladı.
Bak, Sixers taraftarı çok zor taraftar. Hem kendi takımına, hem de rakibe baskı yaparlar. Tam Avrupa seyircisine, hatta Bologna seyircisine benzer. Utah'takiler daha farklı. Belli bir terbiye sınırı olmalı. Oyun oynuyoruz lan, buralara girmeyin.
Zaten ben Sixers sempatizanıyım. Daha doğrusu Seattle Supersonics taraftarıydım. Onlar gidince anasız babasız beslemelere döndüm, şimdilik Sixers'la idare ediyorum.
Oklahoma City'e transfer olmadın mı?
Yok Seattle'da kaldım. Belki bir gün rengarenk tribünleri yüzünden transfer olurum gerçi.
Geçenlerde bir bölüm mavi, bir bölüm beyaz oturmuşlardı. Çok zor iş, hele Amerika'da.

Eee... 2 saattir konuşuyoruz, 1 kere Miami demedik. Hazır pek sevmediğimiz takımları saymışken, muhtemelen gezegende en çok nefret edilen takımdan, Miami Heat'ten bahsedelim. Şampiyon olamazlarsa birkaç sene içinde dağılma ihtimalleri var mı?
2 sene sonra opsiyon hikâyeleri var zaten. Dağılma ihtimali olabilir elbette. Onların üzerindeki baskıyı da anlamak lâzım. Sen de söyledin, gezegende en fazla nefret edilen takım. Heat taraftarı olmayanların %80'i Miami'nin yenilmesini arzuluyor. Sebeplerini uzun uzun anlatmaya gerek yok; bir araya gelişleri, karşılama partisinde birkaç şampiyonluk kazanacaklarını iddia etmeleri, küstah tavırları... Çok ciddi tepki çektiler. Hatta öyle bir hâle geldi ki, pek çok şey yapıp başarmalarına rağmen insanlar en ufak başarısızlıklarından bahsetmek istiyorlar. Fakat kendileri kaşındılar. Gerçi zaman zaman biraz abartıldığını düşünüyorum ben.
Çok abartılıyor abi ya.
Ben bazen o abartıyı aşağı çekmeye çalıştığım için "Miami'yi, LeBron'u çok koruyorsun" diyorlar. Korumuyorum ama eleştirinin zulüm seviyesine gelmesine gerek yok. Hakkaniyetten uzaklaşmamak lâzım.
Mesela LeBron şu an basketbolu bıraksa top 30 arasında gösterilir.
Haklısın da... Çok kötü oynasa neyse ama o küsüp gitmesi var ya... Önce Boston'a, sonra Dallas'a karşı... Tabii mental zaafları, mesela Chicago serisinde olağanüstü oynadığı gerçeğini değiştirmez. Yapacak bir şey yok. Abartılı yaklaşımlar, insanların kendilerini ait hissettikleri düşünceyi forse etmesiyle alakalı. Zaten Türkiye'de iyiden iyiye çığrından çıktı artık bu durum. Her şey taraf olup, karşı tarafı aciz hâle düşürmek üzerinden yürüyor. Türkiye Ligi yazdığım için sürekli görüyorum. Takımları kazanınca, birilerine bir şeyler göstermiş, ispatlamış olmaktan zevk alıyor insanlar: "Rakipleri aciz durumda bıraktık." Neredeyse kendi takımlarının galibiyetlerinden mutlu olamayacak bir ruh hâline girmişler. Oysa sen kendi takımına, kendi keyfine bak... Öyle olmuyor maalesef.
Türkiye'de taraf olmak demişken iki farklı insandan gelen soruları yönelteyim: 1. Neden LeBron'dan nefret ediyor? 2. Neden LeBron aşığı.
Aşk nefret ilişkisi var aramızda. Tutkulu ilişkiler böyledir işte... Şaka bir yana, benim için herhangi bir oyuncudan farklı değil LeBron. Özel olarak sevgi ya da nefret beslemiyorum. 
Yine de Final serisinin son 4 maçında 2 ya da daha az sayı attığı için bir şampiyonluğa muhtaç.
Yüzük kazanmadan, hatta şampiyonluk serisinde etkili olmadan bu lâfların hiçbiri azalmayacak. Belki daha sonra kendisini sağlıklı değerlendirebilme şansı bulacağız.
Tabii canım, başarı gelince hepsi unutulur.
Sporcuları değerlendirme kriterlerimiz çok garip. Sporcunun yargılandığı tek yer var: saha. Mesela Michael Vick diye ünlü bir amerikan futbolcusu var; köpek dövüştürmekten hapis cezası aldı. Arazisinde 400 tane köpek cesedi bulundu. Hayvanlara sürekli eziyet eden manyağın teki. Hapisten çıktı, 100 milyon $'lık kontrat imzaladı. Şimdi ayakta alkışlanıyor. Ben Rothlisberger'in taciz suçlamaları, Kobe'nin tecavüz davası... Sporcular saha dışında bin tane hikâyeye dahil olmalarına rağmen sahada oynadıkları sürece hiçbir sorun yok. Fakat maçta sinmek, takımına ihanet etmek en büyük günah sayılıyor. Sporcuları yargıladığımız mahkeme çok acayip bir yer. LeBron çok yüz kızartıcı bir suç işlese ama Cleveland'da kalıp camiayı şampiyonluğa ulaşsa, iyi adammış gibi görünecek.
Mesela 2006'da Kobe'ye MVP ödülü vermediler. Herkesin kriteri farklı ama bence süzme salaklık. Adam 2 şampiyonluk kazandıktan sonraysa her şeyi unutup sanki Tanrıymış gibi davranmaya başladılar.
Kamuoyunun sporcuları değerlendirme mekanizması çok farklı işliyor maalesef.

Benim tam anlayamadığım bir soru geldi, Bulls'un şampiyonluklarına niye lâf attığını merak etmiş biri.
Bulls'un şampiyonluklarına laf mı atmışım? Ne zaman yapmışım onu ya?
Belki de 6. şampiyonluktan bahsediyordur?
Şimdi anladım. Her şampiyonluk hakkında bir şeyler söylenebilir. Ben de threepeat'lerin son sezonları, yani 93 ve 98 şampiyonlukları için biraz destek aldıklarını düşünüyorum. 2006'da Miami'nin örneğiyle kıyaslamıyorum tabii. Mesela 98 Finalleri 6. maç. O maçta 5 sayılık bir kayma var; Ron Harper'ın 24 saniye süresi bittikten sonra attığı basket ve Howard Eisley'nin sayılmayan 3'lüğü. Utah'ın 5 sayı el değiştirse kazanacağını ya da 7. maçı alacağını söylemiyorum elbette. Chicago'nun genel olarak kayrıldığını da iddia edecek değilim. Fakat aklımda yer etmiştir o maç.
Sen threepeat'in son senesi demişken, 2002 Sacramento serisinde de kötü yönetilmiş maçlar var.
6. maç. Playoff tarihinin en korkunç iki üç maçından biridir herhâlde. Off ya off. Neredeyse 95 Avrupa Şampiyonası Finali ayarında olmuştu. Ama yanlış anlaşılmasın, çamur attığım falan yok. Dünya'nın her yerinde dominant takımlar etkili olur; hatta hakemler üstünde bile. Kalkıp da şampiyonlukları hak etmediklerini söyleyecek değiliz. Ne haddimize. Fakat muhabbeti geçtiğinde bahsederim.

Gelen başka bir garip soru: Sevgilime evlenme teklifini şampiyonluk yüzüğüyle yapmak istiyorum. Nereden bulabilirim yüzükleri?
Valla internetten örneğini alırsa kuyumcularda yaptırabilir. İnce işçilik istediği için pahalıya patlar ama önce nişanlısının bundan ne kadar memnun olacağını sorgulasa daha iyi olabilir.
Aklında kalan, seni çok etkileyen bir şampiyonluk yüzüğü var mı?
Valla en çok aklımda kalan 2004 Detroit. Yüzük değil, bilezikti o. Hâlâ aklımdan çıkmıyor. Ben daha sade olanları seviyorum. 80'lerdeki Lakers ve Celtics yüzükleri hakikaten yüzüğe benziyordu. Onların hepsi birbirinden güzel. 2000'lerden sonra olay kontrolden çıktı.
Mark Cuban geçen sene, "yüzüğün modası geçti, yeni bir şeyler bulmamız lazım" demişti. Senin fikrin ne?
Yüzük çok güzel. Herkese yakışıyor. Hem erkek, hem kadın aksesuar olarak takabilir. Şık ve abartısız yapıldığı sürece, gerçekten prestij de kazandırır onu takıyor olmak. Yüzük güzel bir öğe.
Ne olabilir ki abi başka? Ben blog'da yazmıştım, elmas gözlük ya da mithril forma mı verecek?
Mithril forma fena değilmiş ama pahalıya patlayabilir.
Tabii canım. Hele bu devirde piyasası uçtu gitti.

3 büyüklerin artık taraftarları salona çekmek gibi bir derdi yok. Peki Efes de büyüklerle birleşmeli mi?
İdeal bir dünyada müessese ve belediye takımlarının olmaması lâzım. Maalesef ideal olmayan, basketbol giderlerinin gelirleri aştığı bir dünyada yaşadığımız için müessese takımları lige hakim durumda; Anadolu Efes, Türk Telekom... Çok sağlıklı örnekler değil. Kulüpler biraz daha açık olsa, basketbol şubelerini tamamen bağımsız ilan edip mesela Efes'inki gibi bu konuda devamlılığı olan yönetimlere teslim etse çok daha güzel ve sağlıklı bir yapı oluşacak.
Yıllardır Efes ve Beşiktaş'ın birleşeceğinden bahsederler.
Bunun tek sebebi var: Tuncay Özilhan Beşiktaşlı. Hem muhtemel birleşme ideal bir çözüm, hem de tuttuğu takım Beşiktaş olduğu için senelerdir konuşulur: "Olacağına dair hiçbir belirti yok ama olsa ne güzel olur." Amerikalılar wishful thinking der buna; iyi niyetli düşünce. Bilirsin, Galatasaray-Telekom da her sene konuşulur.

Euroleague'de özel olarak sevdiğin oyuncular, koçlar...
Euroleague daha takımsal organizasyon olduğu için o sene iyiye giden takımlarla ilgileniyorum. Bu yıl CSKA'nın hemen her maçını seyrettim mesela. Müthiş hücum ediyorlardı ama Final Four'da feci oynadılar. Kazlauskas'ın sıkıntıya düştüğü zaman B planı üretmek konusunda sıkıntılar yaşadığını biliyorduk zaten. Kazlauskas çok iyi bir koç, yanlış anlaşılmasın ama işler kendi istediği gibi gittiğinde hünerlerini gösterebiliyor. Direksiyona Kazlauskas ve Teodosiç'i geçirmek tehlikeli. Araba Ferrari ama şoför virajlara çok riskli giriyor. Yenilebilirler ama skora baksana, bir hücum takımı 66 ve 61 sayı atıyorsa hiç oynayamamış demektir.

Hazır Avrupa'ya gelmişken başka bir soruyu araya sıkıştırayım: "Kobe'nin Almanya'daki tedavisi hakkında ne biliyor?" İstersen ben internetten bakıp yazabilirim, tıpçı değilsin sonuçta.
Biraz okudum. İnsanın kendi kanını alıyorlar, plazma hâline getirip tekrar vücuda enjekte ediyorlar. Konsantre kan gibi düşünmek lâzım. Fakat Almanya'da nanobiyoloji tekniklerle tedavi edici unsurları çoğaltıp dize enjekte etmişler. Temelde zenginleştiriliyor.
Kobe bir yana, yaz ayları Lakers için çok karışık geçecek. Gerçi kimi gönderirse göndersinler Lakers'ın sırtı yere gelmez. Los Angeles'ın havası başka çünkü.
Öyle ama lokavt sonrası gelen CBA ile işler epeyce zorlaştı. Free agent'tan bir tane yıldız alabiliyorsun ama iki tane almak çok zor. Miami'nin yaptığını tekrarlamak imkânsıza yakın artık.

Celtics de dağılacak. Sen neler bekliyorsun?
Ben Danny Ainge'i zaten genel menajer olarak hiç sevmem. Kafasında bir proje var: Takımı gençleştirmek. Yapması gereken de bu ama gitmek istediği yol kolay değil.
Hem gençleştirmek istiyor, hem de kariyeri ölmüş uzunlarla el sıkışıyordu. Adam nekrofiliden mustarip; Rasheed'le anlaştı, Shaq'le anlaştı... Hatta Rasheed bırakınca eline geçen parayı Jermaine O'Neal'a verdi. Üstelik fazlasıyla telaşlı; skor üretecek atletik oyuncu bulamayınca Nate Robinson'ı getirdi. Nate Robinson ya Nate Robinson.
Hareket alanı, yapabilecekleri çok sınırlıydı ama haklısın. Nate Robinson...
Abi bu konuda son bir şey daha söyleyebilir miyin?
Tabii.
NATE ROBINSON!!!

En sevdiğin takım Celtics, peki en sevdiğin yemek ve içecek?
Mercimek.
Çorbası mı?
Her şekilde olur. Pakedinden çıkarıp kuru şekilde yemediğim sürece her türlüsüne bayılırım. İçecek olarak Ice-Tea diyebilirim.
Gelen soruyu okuyorum: "Türkiye'de basketbol seven hemen herkes kendisiyle sohbet etmek istiyor. (Araya giriyor: Arkadaş abartmış.) Bu neşesini, seyirciye yüklediği pozitif enerjiyi nereden buluyor?" Ben de soracaktım, meditasyon falan yapıyor musun?
Yok be abi. Basketbolu o kadar çok seviyorum ki, anlatmak da çok keyif veriyor. Yaptığım işi, yorumculuk ve yazarlığı rehberliğe benzetebiliriz. Efes Haraberleri'ni o kadar çok seviyorum ki, herkes sevgimin sebeplerini anlasın diye elimden geldiğince uğraşıyorum. Arkadaş biraz abartmış. Bazen benim de sıkıldığım oluyor. Aynı sohbetleri 4-5 kere, ne 5'i 10-15 kere üst üste yapmak beni de sıkabiliyor ama genele olarak sohbet etmeyi seviyorum. En sevdiğim işten bahsediyorum çünkü.

Yazar ve yorumcusun ama sinemacılık deneyimin de oldu. Başından bir Fasulye vakası geçmiş. Peki şu sıralar izlediğin, beğendiğin film ve diziler var mı?
Var, Behzat Ç. Hastasıyım. Game of Thrones seyrediyorum, House da seyrederdim ama bitti... O kadar.
Breaking Bad, The Wire?
Breaking Bad'i 3. sezonda bıraktım. Fringe'de de aynı şey olmuştu. Bir noktada mantık sınırılarının dışına çıkılırsa soğuyor ve seyretmeyi bırakıyorum

Favori yazarların?
Bethlehem Shoals. 1 numara.
Edebi olarak da şahane bir yazar.
Bethlehem Shoals'un dili ağır, çok ağır; okumak bile insanı yoruyor. Onun dışında Bill Simmons tabii ki. Zach Lowe'ı çok severim. Brian Windhorst, Steve Aschburner... Genelde böyle.

Dedikoduları duyduğun, gelişmeleri takip ettiğin siteleri merak eden çok.
Sık kullanılanlar listemde yaklaşık 20 sitelik bir NBA klasörü var. 3 aşağı 5 yukarı bütün dedikodular oralara geliyor; Hoopshype, Insidehoops, Pro Basketball Talk, Ball Don't Lie... Hikâyeler internete düşer düşmez yayılıyor.

Lig tarihindeki favori duo ve trio'ların?
Büyük 3'lü Bird, McHale, Parish. Çok fazla var ama.
Kareem, James Worthy, Magic var; Jerry West, Elgin Baylor, Wilt... Peki Büyük 2'li?
Net: Jordan&Pippen. Oscar&Kareem de çok önemli ama Jordan&Pippen.
Shaq&Kobe de çok acayipti.
Tabii. Ama orada Shaq çok acayip bir faktördü ya. Öyle böyle değildi.
Wilt'in şu 50 sayı, 25 ribauntluk meşhur sezonu var ya[3], herhâlde ondan sonra en dominant performans olabilir.
2000-2001 sezonunda söylediklerim hâlâ aklımda: "Bu Shaq NBA'deki hangi takıma giderse gitsin, şampiyonluk adayı olur." Öylesine ağır dominanttı. Yine de Jordan&Pippen gibisini görmedim[4].
Playoff'larda asla unutamadığın seri?
2006 San Antonio Dallas serisi aklımı başımdan almıştı. Baştan aşağı çılgıncaydı. İlk maç dışında tüm maçlar son topa kaldı zaten. Bu kadar çekişmeli bir seri... İnanılmazdı.

Asla unutamadığın bir an?
'98. Son şut.
Şut, top çalma, şut?
Hayır, şut. Basket, top çalma, basket sekansı basketbol adına daha önemlidir ama son top... Anormal bir an... Nasıl anlatılır bilmiyorum, film karesi gibi. Öyle bir final düşünebilir misin? Jordan'ın bırakacağı biliniyor, kariyerinin son anları olduğunun farkındayız ve öyle bir şeyle son hamlesini yapıyor. Gerçi unutulur, son 5 saniyede John Stockton'ın 3'lüğü potanın içinden çıktı. Stockton'ın şutu girse bir avuç incir berbat olacaktı ama... nasıl desem... çok şey... epik bir an.
Senelerdir ligde estirdiği rüzgârın simgesi gibi. Dizide, filmde rastlasam, senaristler gerçeklikten kopmuş diye izlemeyi bırakırım.
Olacak iş değil, çok epik bir sahne: şut, bilek düşmüş, bakıyor... Daha acayibini düşünemiyorum.

Tamam. Budur abi. Çok teşekkür ederim.
Ne demek.
Şimdiden Finaller'de bol bol eğlenceler sana.
__________________________
[1]Magic Johnson'ın açıklaması YouTube'da var. Tüm lig tarihinin saha dışındaki en sarsıcı günlerinden biri.

[2]Bunu söylediğinde Hornets draft birinci sıra seçimini kazanmamıştı.

[3]1962 sezonu. Gary M. Pomerantz'ın şahane bir kitabı var: Wilt, 1962. Daha önce okumamıştım, herkese tavsiyem olsun. Playoff'lar bittikten sonra ucundan kıyısından birkaç parça çevireceğim.

[4]Jordan&Pippen 91-93 ve 96-98 dönemlerinde toplam 585 maç yapıp, 478'ini kazanmış (%82). 3 senelik hanedanları boyunca Lakers'ın galibiyet oranı %68

4 comments:

Anonymous said...

Süper olmuş ya kıskandım :)

rintintin said...

O kadar guzel ve icten bir yazi olmus ki okurken hic bitmesin istedim.Tabiri caizse scrolla korkak davrandim yazinin sonunu gormiyeyim diye.Gerci tekrar tekrar okuttu kendisini....Sonuc olarak her spor dalinin Kaan Kural gibi sporasiklarina ihtiyaci var...Tesekkurler...

ErdemBiyik said...

Filmlerde aktor mektup okurken bir ic ses duyulur ya mektubu seyirciye okuyan.
Kaan'in cumlelerini okurken o ic sesi duyuyorum. Hem enerjik he huzurlu bir ses. Eksik olmayin.

Anonymous said...

tebrikler,samimi ve içeriği dolu bir röportaj olmuş,kaan kural forever:)ve bir de kaan abinin çocuğu mu varmış ilk kez duydum