Thursday, May 31, 2012

Kaan Kural Röportajı (1/2)

Güncel soruları hızlıca geçelim. Şu ana kadar playoff'larda beklentileri aşan ya da altında kalan isimler var mı?
Aslında 3 aşağı 5 yukarı beklentiler üzerinden gidiyor. Playoff'ta karakter çok daha ön plana çıkıyor tabii. Yeteneğin yanında karakter olmadan playoff'larda performans göstermek çok kolay değil. İşin psikolojik yanı bir tarafa, fiziksel olarak da çok zor; takımların konsantrasyonunu, yaptıkları ön hazırlığı düşün. Bu playoff için konuşursak, aslında hayal kırıklığı biraz daha fazlaydı maalesef. Beklentileri aşan dersen, açıkçası ben Orlando'nun beklediğimden daha iyi olduğunu düşünüyorum. 4-1 yenilmeleri çok mühim değil. Önemli bir karakter koydular ki, kolu kanadı kırık hâlde girmişlerdi. Ne olursa olsun, rakipleri büyük bir travma geçirmiş olsa bile Philadelphia'nın tur atlaması da bence önemli. Spencer Hawes mesela, örnek verebileceğim bir isim. Beni şaşırttı. Bulls savunmasına karşı bu kadar efektif olmasını hemen hemen hiç beklemiyordum. Çünkü Hawes tamamen detay bir oyuncudur, hiç öyle karakter koyabileceğini de tahmin etmemiştim. Bulls serisi için böyle söyleyebilirim ama Celtics serisinde gördük ki, o iş öyle o kadar kolay olmuyor. Eşleşmeler çok önemli. Beklentileri aşan en önemli iki oyuncu ise Garnett ve Duncan bence. Bu iki oyuncunun playoff'larda performans veremeyeceğini tahmin etmek ayıp olur tabii. Fakat böyle bir yenilenme, gençlik aşısı... çok çok çok şaşırtıcı. Duncan neredeyse 2008 standartlarında oynuyor. Belki zirve dönemindeki gibi değil ama hâlâ "boyalı alanın patronu benim" diyebiliyor. Eskiden oraların imparatoruydu ama şimdi de patronu en azından. Kevin Garnett ise ne yaptı bilmiyorum. Aynısından bize de versin. Acayip. Anlıyorum kendini çok iyi, çok ekstra hissediyor ama Garnett kariyerinin zirve dönemlerinde bile az post-up kullanan bir oyuncudur, kritik topları kullanmaktan da kaçınır. Bütün iyi özelliklerinin yanı sıra onlar Garnett'in pek yapamadığı şeyler, hatta kariyerindeki eksikler olarak görünür. Şu an hepsini yapıyor. Maç topunu istiyor. "Vay be, sen ne olmuşsun abi" diyorum. Yine de dediğim gibi, hayal kırıklığı yaratanlar daha fazlaydı maalesef.

Mesela Atlanta?
Biliyorsun, Atlanta'yı hiç sevmiyorum ben. Son 4-5 sezonda sevmediğim iki takımdan biri. Diğeri Washington'dı; temizliği yapınca toparlandılar biraz. Atlanta'yı sevmeme sebebimin kulüple alakası yok. Potansiyellerini hiç kullanamamalarını, bazı maçlara neredeyse kaybetmek için çıkmalarını sürekli eleştiriyorum. Bu sezon farklı olduklarını düşünmüştüm. Normal sezonda daha iyi görünüyorlardı ama playoff'larda yine bildiğimiz Atlanta oldular; karman çorman bir sistem.
Bütçe tablolarına bakınca adamların planını anlamak da mümkün değil. Sanki seneler boyunca playoff'a kalmak ama asla ikinci turu geçmemek istiyorlar.
Galiba. Çok büyük bir şehir Atlanta, Amerika'nın en büyük 4. şehri. Aslında takımın çok daha etkili olması lazım ama profesyonel basketbolun hiç gelişemediği bir yer. İdareten orada gibiler; "ulan şehir büyük, bari basketbol takımı olsun." Yarattıkları kimlik çok tuhaf.
Manevra kabiliyetleri de yok. Joe Johnson'a 120 verdikleri andan beri yapabilecekleri pek fazla şey kalmadı.
Genel para politikalarına bakınca belli oluyor; öyle bir niyetleri bile yok: "Orta karar gidelim abi, zaten seyirci de çok bağlı değil. Saldım çayıra, mevlam kayıra."

Playoff'larda hemen her maçı seyrediyorsundur. Şahsî bir soru gelmiş: Eşi spor camiasından mı, eğer değilse bu kadar fazla sporla ilgilenmesine laf etmiyor mu?
Yok ya, onun canına minnet. Ben gece oturduğum için kıza bakıyorum. O uyuyor.

Meşhur bir olimpik slogan var: citius, altius, fortius; en hızlı, en yüksek, en güçlü. Bu üç öğenin olacbilecek en güzel kombinasyonu basketbolda vücut bulmuş adeta. Ben ilk görüşte çarpılmıştım. Peki sendeki basketbol ve NBA tutkusu nasıl başladı?
İlkokuldan sonra İstanbul'a yatılı okula gelince... insan kendini tanımlayacak bir şeyler arıyor. Daha 12 yaşındasın. Bizim okulun (Robert Kolej) nüfusu çok kısıtlı olduğu için hazırlık sınıfındayken daha doğru düzgün oyun kurallarını bile bilmediğim hâlde takıma seçildim. Amerikan Okulu olduğu için pek çok dergi var; Sports Illustrated, USA Today... NBA maçlarının kasetleri de geliyordu üstelik. Henüz anlamıyorum tabii; kafa daha tam basmıyor. Makro seviyede bir ilişki kurmak da zor. Fakat seyrederken hoşlanmaya başladım. Yavaş yavaş İngilizce'yi söktükçe kendime hobi edinebileceğim bir alan bana sunulmuş oldu sanki. Ben gidip aramadım. Özellikle 86 Celtics takımı, 80'lerin ortasındaki Celtics vs Lakers çekişmesinin kasetleri... Ama özellikle basketbol sevgimin sıçrama yaptığı, "ulan ne güzel işmiş be, işte spor budur" dediğim iki olay var: 1986 Dünya Şampiyonası, daha da önemlisi 1988 Olimpiyatları. Orada uzatmaya giden, unutulmaz Yugoslavya - Sovyetler finali var; beni acayip etkilemişti. NBA'i seyrediyorsun, bütün Dünya genelinde Amerikalılar'ın çok üstün olduğunu düşünüyorsun... 88 Seul'a dek çok hakimler zaten. Fakat 88'de Sovyetler perişan etti Amerika'yı. Ve başka ülkelerde de çok iyi ekoller olduğunu görünce "bu iş güzeldir" deyip bağlandım.

Peki Celtics? Fanatik olmadığın belli ama Celtics taraftarısın. Sevgin nasıl başladı?
80'lerin ortasında basketbolla ilk ilgilenmeye başladığım zaman, benden birkaç yaş büyük abiler ve arkadaşlarla okula gelen kasetleri izliyorduk: NBA Finalleri'nden üç maç, yarı finallerden üç maç... O zamanlar Lakers çok havalı; showtime, fastbreak'ler. Bizim takım koçu Cleveland doğumlu olduğu için Cavs taraftarı ama Lakers'ı seviyor üstelik. O yüzden tüm takım Lakers taraftarı oldu. Ben de biraz çıkıntı olduğum için Boston'u sevdim. Onlara tepki midir, Boston'un çekiciliği midir... Tabii Larry Bird'i gördüğümde hayran kalmıştım. Onunla ilgili bir iki yazı da okumuştum: He can't run, he can't jump, he is not fast but he is the best; koşamaz, zıplayamaz, hızlı değil ama en iyisi o. Yazıları okuyup Bird'in oyun zekasına hayran kalıp Celtics'li oldum. Ama benim taraftarlık anlayışım, Türkiye'deki taraftarlık anlayışından çok çok çok farklı olduğu için kendimi tam olarak taraftar diye niteleyemem. İlk göz ağrım, o ayrı konu ama her sene benim favori takımım, daha sıcak baktığım takım değişiyor. Ben başka işlerle uğraşmayan, kendini geliştirmeye çalışan ve kapasitesinin üstüne çıkan takımları severim her zaman. Playoff'a girememiş bile olabilirler ama kapasitesini aşmış, başka abuk subuk işlerle uğraşmamışlarsa o takımı severim. Bu kadar basit. Zaten sevdiğim oyuncular da sesiz sakin, kendi işine konsantre olmuş oyuncular: Ray Allen, Eric Gordon, James Harden...
Türkiye'den Harun Erdenay mesela.
Aynen.
Fakat sen Paul George'u da severdin, o biraz daha farklı.
Sorma, Paul George çok ayıp etti ya. Hem kendini serdi, hem gelişimini sürdüremedi. Üstelik twitter'da bakıyorum; porno yıldızlarını takip ediyor, onlarla yazışıyor... Gençtir tabii, genç çocuk ama odaklanması basketbolun dışına kaymış gibi. Normal, genç çocuktur diyelim.

Favori Celtics takımın? '86 mı?
'86. Gelmiş geçmiş en efsanevî iki üç kadrodan biri. Çok efsanelerdi ya... Çok... Çok.
Gerçi Finaller'de Houston'la karşılaştılar, Lakers'la karşılaşsalar...
Evet ya, 85'in rövanşı olacaktı.

(Not: 1986 Celts'i izlememiş basketbolseverleri, nefes almamaya karar veren bir insana benzetebiliriz. Torrent'te, YouTube'da hemen tüm maçları bulmak mümkün. Tabii kremanın kremasını istiyorsanız, Konferansı Yarı Finalleri'nin 5. maçına gideceğiz. Celtics serinin son maçında, tüm 3. çeyrek boyunca, rüyalarda görsek bile saçmalık diye niteleyebileceğimiz bir performansa imza attı. Ben anlatınca olmuyor, bırakalım ne demek istediğimi Celtics anlatsın.)
                                                     
                                                     

Hazır çocukluğuna inmişken oralardan devam edeyim. Kariyerin nasıl şekillendi?
Birkaç yerde anlatmıştım zaten. Benimki tamamen tesadüf. Üniversite'de uluslararası ilişkiler okudum. Hatta mühendis gibi yetişiyordum ben. Fena da değildim matematik derslerinde. Yapıyorum, beceriyorum ama bana aitmiş gibi hissetmiyorum; benim alanım değil yani. Lise biterken son anda U dönüşüyle TMC olup iktisata geçtim, oradan da uluslararası ilişkilere. Mezun olduktan sonra diplomasi için Dışişleri Bakanlığı'nın sınavına girecektim. Diplomasi de sevdiğim bir alandı çünkü. Tam o sırada Garanti Bankası'nın da sınavını kazanmıştım. Bankacı mı olayım, dışişlerini mi zorlayayım diye düşünüyorum. Çok büyük bir tesadüf oldu.
Nasıl?
Üniversite 3'te amatör yazılar yazmaya başlamıştım. Hatta o da tesadüf. Dergiyi alıyordum. Bir gün bir baktım NBA yazıları kesildi. 1 ay geçti, 2 ay geçti... Dergiyi aradım: "NBA yazıları niye yazılmıyor?" O zaman e-mail yok tabii. "NBA yazıları yazan arkadaş ayrıldı" dediler; "e ben biliyorum, size yazayım mı" diye sordum. Cevap: "Bir tane örnek yolla." Yolladım, beğendiler. Yazmaya başladım.

İlk yazın ne hakkındaydı?
Seattle Supersonics, hiç unutmuyorum. Şimdi o takım bile kalmadı.
Hangi sene?
1995. Payton&Kemp dönemi. NBA birincisi olmuşlardı. Lanetim orada başladı zaten; adamlar lig birincisi olduktan sonra ilk turda Denver'a elendiler.
Onu da soracaktım, herkes lanetten bahsediyor. Kendisi de farkında mı, demişler.
Tabii farkındayım ama o işin esprisi. Eğer matematiksel olarak incelersen belli olur zaten. Ben bir maçta 100 isimden bahsediyorum, 95'i istatistikî olarak uygun gidiyor, 5 tanesi istatistiği kırınca ise fazlasıyla göze batıyor tabii. Aslında çok normal. Amerika veya Avrupa'ya bakınca tüm yayıncıların benzer geyikler yaptığını görüyorsun zaten; "ulan biz dedik böyle oldu, adamları lanetledik..." "Kobe %85'le faul kullanıyor," dedikten sonra Kobe'nin iki tane atması hiç dikkat çekici değil. Fakat "Nash bu sezon 34'te 33 attı" dedikten sonra adam 2'de 0 atarsa "yuh" deniyor tabii. Neyse, eğlencelidir ama biraz normalin dışında olduğumu, standart istatistik sapmalarını geçtiğimi de kabul ediyorum.
2000'lerin başında "Hornets çok iyi bir takım olacak, Doğu Konferansı'nı domine edebilir" demiştin. Tabii o zamanlar Doğu uzunları rezalet. Hornets'te ise Magloire ve PJ Brown vardı. Mashburn sakatlandı, Hornets dağıldı abi ya.
Mashburn çok iyi oyuncuydu, yazık oldu. Magloire da bir sene all-star oldu, akabinde dağıldı
All-star olduğu sene az kalsın MVP seçilecekti hatta.
İyi de oynamıştı hakikaten. Ama sonra... Aman abi, iyi ki seçilememiş.

Biz senin ilk yazılarına dönelim.
Amatör olarak yazmaya başlamıştım. O zamanlar Yeni Yüzyıl'ın spor müdürü olan Yiğiter Uluğ görmüş yazılarımı. Tam hangi işe atılacağıma karar vermeye çalışırken, Yiğiter abi beni buldu: "Fastbreak'i çıkaracağız. Yazı işleri müdürü olur musun?" Tam ne yapacağım edeceğim derken! Şaşırdım tabii, "Yiğiter abi sağol, yazı yazıyorum ama yazı işleri müdürü ne yapar? Sen bana bir iş teklif ediyorsun, ben işin ne olduğunu bile bilmiyorum daha," dedim. "En fazla 3 ay sürünürsün, daha sonra senden iyisini mi bulacağız?" diye cevap verdiği yetmezmiş gibi beni gaza getirdi: "Günde 24 saat var. 8 saat uyuyorsun, 8 saat çalışıyorsun. Sen kalan 8 saati finanse etmek için mi çalışacaksın? Bak, en sevdiğin iş: basketbol." Tecrübesiz bir insan olmama rağmen fena da para vermiyorlardı o zamanın şartlarında. Giriş o giriş.

Oradan yorumculuğa geçtin, hatta seneler sonra 2008 Finalleri'ne gittin.
Boston şampiyonluğu gördüm ya... Gözlerimin önünde

Bu sene de gidecek misiniz?
Yeni platformda gitmemiz konusuna biraz daha rahat bakıyorlar.

Garip bir soru sormuşlar, virgülüne dokunmadan okuyorum: David Stern gelse, "Kaan al şu takımı senin olsun ama bir şartım var: Isiah Thomas veya Jordan'ı GM yapacaksın" dese, "ligde böyle takım olmaz olsun" diyecek kadar NBA tutkunu mudur?
Tabii canım. Bir takımı iyi yapamayacaksak eğer, sahibi olsam ne olur? Tek avantajım ne olacak ki, favori bir yerde mi seyredeceğim yani maçları?
Jordan seni ezer abi ya...
Takım sahibiyim lan nereye eziyor!
Ayağını kaydırmaya çalışır, kendi adamlarını getirir: Rod Higgins'ler, Fred Whitfield'lar...
Biz Jordan'ı bu işlere bulaştırmayalım. Şu an takım sahibi işte, ne güzel. Ama Isiah Thomas mümkünse seyirci olarak bile yukarılardan seyretsin. Saha kenarına bile gelmesin.

Gelen başka bir soru: Wade 3 sene kolejde okumuştu. Artık 30 yaşında. Oyunu esas olarak patlayıcılığa dayalı. 2006 Finalleri'ndeki olağanüstü performansları göstermekte zorlanıyor artık. Bundan sonra kariyeri nasıl ilerler?
O tip patlayıcı oyuncuların kariyerinde belli bir evrilme noktası oluyor. Evrilmek zorundalar daha doğrusu. Sürekli patlayıcı oynamak mümkün değil çünkü; vücutta yarattığı yıpranma bir yana, yavaş yavaş eklemler, kaslar aynı tepkiyi vermeme başlıyor. Jordan ve Kobe'ye bakınca basketbollarındaki evrim, oyun stillerinin nasıl değiştiği hemen belli oluyor. Wade'in bunu yapması lazım. Tabii daha erken. NBA Avrupa gibi değil, zaten modern tıp sayesinde standartlar değişti. 30 artık yaşlı değil, onu söyleyelim. 33, 34 yaşlarına dek çok efektif bir oyuncu olmayı sürdürecek. Fakat kariyeri evrilmediği sürece ilerisi çok kolay olmaz. 33 yaşına geldiğinde birdenbire çaptan düşebilir mesela. Bunu engellemek için öncelikle iyi bir şutu olması lazım ama Wade hiçbir zaman iyi bir şutör olmadı.

Peki 2006 Finalleri'ndeki olağanüstü performanslara şerh düşmek ister misin?
Her finalin bir hikâyesi, hatta şerhi var. Orada da Wade olağanüstü oynadı ama en kötü yönetilmiş finallerden biri bence.
Sayılarının neredeyse 2/5'si serbest atışlardan gelmiş.
Suyu çıkmıştı. Yanından geçenlere bile cart curt düdük çalıyorlardı. Tamam, büyük oranda Wade'in saldırganlığıyla alakalı ama o kadar da değil. Hele finallerde sertliğe daha çok izin vermeliler. NBA'in değişimiyle de ilgili tabii. Dış oyuncuların serbest bırakılması adına 2003'te hand-checking'in yasaklanmasıyla başlayıp iyice kontrolden çıkan sürecin devamı. Dış oyuncular artık dokunulmaz oldu. Çok güzel bir örnek veriyorlar; bugün hiçbir dış oyuncu kendisinin klonu yaratılsa tutamaz. LeBron'u LeBron tutamaz mesela.

Biri demiş ki, Tim Duncan ve Kevin Garnett hâlâ favori oyuncularım. (Araya giriyor: "Ne güzel.") Şu an ikisinden birini takımda oynatmak zorunda olsan hangisini tercih ederdin? Daha iyi olan ya da daha çok sevdiğin hangisi?
Duncan. Belki Garnett'i daha fazla seviyor bile olabilirim, hiç düşünmedim ama Duncan çok sağlam ya. Belki hiç gösterişli değil ama en ünlü sigorta şirketi gibi.

Duncan bu sene 5. şampiyonluğa ulaşırsa, tarihî olarak Magic&Bird ile arasındaki fark ne olur?
Magic&Bird'in NBA'e yaptığı etki çok büyük, onu kenara bırakıp teknik kariyerlerine bakarsak, çeyrek adım arkalarına gelir. Bir adım bile değil, çeyrek. Benim için basketbol hiyerarşisi belli: Jordan tepede, hemen arkasından Magic&Bird gelir. Russell, Kareem, Oscar vs çeyrek adım gerisindeki diğer isimler. Duncan da o klasmana gelir. Tabii benim için Magic&Bird'in yeri çok ayrı. Belki de çok sübjektif bakıyorum. Ben genelde orta yolcu olmayı pek sevmem; kolaycılıktır. Fakat orta yol istersen; Jordan tepede, arkasından gelen 7, 8 oyuncu arasında olacak Duncan.

Blake Griffin bu seviyelere gelebilir mi?
Gelebilir, çünkü çok çalışkan, basketbol aşkıyla dolu bir oyuncu. Kolay değil ama ne yapması gerektiğinin farkında. Elendikten hemen sonra "kendimi fundamental anlamında geliştirmem lazım" dedi mesela. Hep doğru şekilde oyuna yaklaşıyor. Bir kere Duncan seviyesine gelemez. Duncan başka bir şey. Adamın lakabı big fundamental. Dünya'da çok büyük pivotlar geldi ama hiçbiri Hakeem olamadı. Çünkü o başka bir yetenek. Nasıl şut ya da patlayıcılık yeteneği varsa, bu da çok çok uzun yıllar boyu çalışılarak parlatılmış bir kabiliyet. Blake Griffin fundamental hamlığını atınca pek çok yeteneği daha da ön plana çıkacak ama Duncan'a göre dezavantajları var. Bu kadar patlayıcılığa dayalı bir oyuncunun pota altında çok uzun ve etkili bir kariyere sahip olması kolay değil. Bence maalesef kısa bir kariyeri olacak. Kısa derken, 32-33 yaşlarına geldiğinde böylesine etkili olması zor. Üstelik teknik olarak da bir dezavantajı da var: Blake Griffin'in kolları kısa biraz. Tabii çok büyük avantajları var. Önümüzdeki 10 yıl boyunca her sene ileri gideceğini düşünüyorum ama 15 senelik bir kariyer zor görünüyor.
Şu anki atletizmi emsalsiz. Adam eski Sovyet deneylerinden kaçmış gibi.
Yok, onu radyoaktif ayı ısırmış.

Neyse ki sakatlığını atlatmayı başardı. Peki Bernard King[1] o ağır sakatlığı yaşamasaydı bugün Magic&Bird, Jordan, daha doğrusu bahsettiğimiz ilk 10 civarında anılır mıydı?
Top 10 demeyeyim ama "gelmiş geçmiş en büyük skorerler" dediğimiz kategoride anılırdı: Jordan, Dominique Wilkins...
George Gervin, Jerry West...
Evet, skorer olarak çok büyüktü. Ama komple bir oyuncu olarak ilk 10'a girmesi... Bilmiyorum, sakatlanmış bir oyuncunun nasıl gelişim göstereceğini söylemek kolay değil ama bence onların bir kademe arkasında olurdu.
Dediğin gibi o kadar all-around değildi ama. Mesela 86 Finalleri'nde Larry Bird neredeyse triple-double ile bitirdi seriyi; 25 sayı, 10 ribaunt, 9.5 asist gibi rakamları var.
Tabii canım. Üstelik rakamlara yansımayanlar da var; liderlik karakteri, hücumu yönetmek... King efsane skorerdi ama liderliği, oyunun diğer alanlarına etkisi çok değerli olmasına rağmen top 10 seviyesinde değildi.

Lig tarihinde sakatlanmasına en çok üzüldüğün oyuncu hangisi?
Off... O kadar çok var ki...
David Thompson[2], Bill Walton[3]...
Walton, Bird. Tamam artık kariyerinin zirvesi değildi ama sonbaharı iyi geçiremedi Bird.
Abi 89'da yalnızca 5 maç oynayabildi Larry Bird ya.
En sevdiğim oyuncu olduğu için Bird herhâlde. Fakat beni esas en çok yaralayan sakatlık değil ama Reggie Lewis olmuştu. Reggie Lewis hayatını kaybettiği zaman ağlamıştım. Ölümü, sporun acımasızlığının göstergesi. Boston'lıyımdır ama ölümüne katkıda bulundukları da gerçek. Orada nefret etmiştim tüm olan bitenden. Yıllarca all-star olabilecek bir oyuncu olması yetmezmiş gibi süper de bir karakterdi. Hiç unutmuyorum, 1990'dı galiba; Bird ve McHale'in kariyerleri sakatlıklarla erozyona uğramış, Parish yaşlanmış... Takımı Reggie Lewis'in sürüklediği belli artık. Bir playoff maçı, Celtics bir sayı geride. Son top Reggie Lewis'e geliyor, şutu olduğu hâlde Bird'e veriyor ve basket bulamadıkları için kazanamıyorlar müsabakayı. Maç sonrası soruyorlar: "Niye atmadın, oyun sana çizilmemiş miydi?" Cevap veriyor: "Orada Bird varken atamam, olmaz." Çok iyi bir karakterdi, çok. Oynayamaz raporu verildiği hâlde Boston Celtics başka bir hastaneden rapor alıp oynatmıştı Reggie Lewis'i ve Lewis maalesef sahada hayatını kaybetti.
Dur abi, kötü oldum. Bir dakika bekleyelim.
Ben de kötü oluyorum ne zaman hatırlasam.
Celtics ve ölüm demişken, Len Bias hakkında ne düşündüğünü sormuşlar ama o zamanlar kolej maçları izlemiyordun herhâlde.
Bir tane maçını izlemiştim, bize kolej maçları da geliyordu. Tabii oradan çok net veri alamıyorsun ama onunla ilgili hikâyeleri biliyorum. Hakikaten çok büyük yetenekmiş. Her zaman söylediğim bir şey var: yeteneğin performansa dönüşmesi karışık bir süreçtir. Nice yenetekli oyuncu sayarım sana, nice süper yetenek. Yine de Len Bias hakikaten efsane standartlarına çıkabilecek bir potansiyele sahipti. Fakat draft edildiği gecenin ertesi günü kokain komasından gitti.

Zaten 70'lerden 80 ortalarına dek modaydı kokain. Mesela David Thompson sürekli kullanırmış.
Zaten ben hep milat kabul ederim 80'de Bird&Magic'in lige girmesini. Ondan öncesi rezalet. Hele 70'ler silme rezillik; the cocaine league diye dalga geçiliyor. Darryl Dawkins Chocolate Thunder isimli kitabında anlatıyor, inanılmaz. Okursan görürsün, tam komedi.
"Bir avuç uyuşturucu bağımlısı zenci" derlermiş hatta. Ligin imajı korkunçmuş.
Facia. 80'lerin ortasına dek, Magic&Bird etkisi hissedilmeye başladıktan 3-4 sene sonra bile NBA Finalleri banttan, gece yarısından sonra yayınlanıyor. Hakikaten NBA'in hiç değeri yok 80 öncesinde. 60'lar evet, biraz ilgi var. Fakat 60'ların ortasından 80'lere dek korkunç, kimse NBA ile ilgilenmiyormuş.

63'de galiba ilk kez Finaller canlı yayından kaldırılmış. Üstelik 62 Finalleri'nde çok acayip performanslar var; Baylor'ın 61 sayısı, 7. maçta Russell'ın 30 sayı+40 ribaundu... Ona rağmen yayından kaldırılıyor.
Tam hangi senede kaldırıldığını hatırlayamadım şimdi ama NBA gerçekten Amerika'nın hiç önemsemediği bir organizasyon. İşte Bird&Magic'in yaptıkları en önemli şey bu. NBA'i önemli, değerli, keyifli bir hâle dönüştürüyorlar. Tamamen bataklığa saplanmış bir yapıyı değiştirmekten bahsediyorum. Kazanmaya odaklanmaları, iki sancak gemisi kulübe gidip takımlarını taşımaları... Bütün ligin algısını, hatta bizzat organizasyonu değiştirdiler[4].

_______________________________
[1]Bernard King 1985'te, kariyerinin zirvesindeyken, 32.9 sayı ortalamayla oynarken sakatlandı. YouTube'da sakatlık videosu var. İçim acıdığı için linkini buraya koyamadım.


[3]Mesela normal sezonda oynadıkları maçları karşılaştırıp isyan çığlıkları atınız: Kareem 1560; Hakeem 1238; Shaq 1207; Wilt 1045; Russell 963; Walton 468 (WTF!)... 1 kere MVP olan Walton sakatlıklar sebebiyle yalnızca 2 kere all-star olabildi. Bilgisayarı kırmadan önce bu korkunç dipnotu bitiriyorum.

[4]Röportajın geri kalanı hakkında heyecanlandırıcı bir şeyler anlatacaktım ama lüzum yok. Kaan Kural'ın sonraki cümlesini söylesem yeterli: "...ve onlardan sonra gelen adam ligi tamamen başka bir noktaya getirdi: Micahel Jordan." Bekleme yapmadan ikinci kısma geçmek için

6 comments:

Anonymous said...

gösterip de elletmemek bu, ayıp!!

Kıvanç Bilgin said...

Nefis

Kaan said...

Çok çok güzel olmuş ilk kısım. 2. kısım da bu kadar güzel olacaktır, eminim. Çok teşekkürler.

Özak said...

Elinize sağlık :)

Anonymous said...

hocam gerçekten çok güzel olmuş,ikinci bölümü sabırsızlıkla bekliyorum.

Shifty said...

çok güzel bir söyleşi olmuz. bazen baya güldüm bile. kariyeri hakkındaki sorumu da sorduğun için teşekkür ederim.
özellikle geçmişe dönük konuşmalarınız çok iyi.